Hepimizi Buluşturan Şehir: Aksak İstanbul Hikayeleri
Alis Çalışkan
Aksak İstanbul Hikayeleri ilk kez 2004 Uluslararası Tiyatro Festivalinde sahneleniyor. Yeşim Özsoy’un yazıp yönettiği oyun, sabah koşuşturmacaları, bir köprünün ortasında sıkışıp kalan trafik, geciken metrolar ve kendi tarihleriyle şehrin içinde devinen farklı kuşak ve kültürlerden insanların hikayelerini, aslında bu şehrin içinde olan, bu şehrin içinde devinen herkesin aşina olduğu hikayeleri anlatıyor. Anlatırken şehrin aksayan düzenini de gözler önüne seriyor. Aksaklık yalnızca hikayelerde değil, aynı zamanda oyunun biçiminde de karşımıza çıkıyor. Çünkü oyun Osmanlı Türk Sanat Müziğindeki aksak usul esas alınarak yazılıp sahnelenmiş. Bu açıdan daha en başından farklı bir metin ve sahnelemeyle karşı karşıya kalıyoruz.
Sahnede siyah bir arka fonun önünde duran uzunlu kısalı, dikey ve yatay beyaz kutular var. Her kutunun üzerinde en az bir, en fazla iki oyun kişisi duruyor ve oyun boyunca istisnalar dışında yerlerinden ayrılmıyorlar. Dolayısıyla eylemsellikten ziyade oyun kişilerinin anlatılıcılığı öne çıkıyor. Zaten her biri konuşmaya ve hikayesini anlatmaya başladıkça hikayelerin uzaktan ya da yakından birbiriyle kesiştiğini fark ediyoruz. Hikayeler hikayeleri açıyor ve her birinin birleşiminden aksak bir ritm yayılıyor izleyenlere…
Oyunda iki tane aile var. İlki Müfettiş ve Öğretmen Hanım. Bunların iki çocuğu bulunuyor. Demir ve Yağmur. Yağmur sevgilisi Deniz’le bir kutunun üzerinde, Deniz’in Amerika’dan dönen abisi Cihat ise sevgilisi Alev’le birlikte öteki kutunun üzerinde duruyor. Diğer tarafta ise Sakin Bey ve Kerime Hanım’ın ailesi var. Onların da biri evli diğeri bekar olan iki kızı Özge ve Atalet farklı kutuların üzerinde duruyorlar. Bir diğer kutunun üzerinde duran taksi şoförü ise Müfettiş’in Urfa’dan yeni gelen hemşerisi. Oyun, onun taksisine binen Cihat’ın konuşmasıyla başlıyor. Yıllarca Amerika’da yaşadıktan sonra doğduğu yer olan İstanbul’a geri dönen Cihat, ülkesinde yaşadığı sorunları sıralıyor tek tek. Hiçbir yere ait olamayışının resmini çiziyor aslında. Bir dükkanın camında gördüğü ‘’16 yaşından küçük çırak aranıyor,’’ ilanıyla aksayan düzenin kendisine işaret ediyor. Kardeşi Deniz de yüzünde Cihat’ınkine benzer kayıp bir ifadeyle dolaşıyor aynı şekilde, Cihat gibi kendi yolunu kazmaya, bir kurtuluş bulmaya çalışıyor, kurtuluşu uzaklarda bulacağını düşünerek…
Cumhuriyet tarihinden beri süre gelen batılılaşma hareketleri içindeki modern ve geleneksel arasındaki çatışmayla birlikte devinen karakterler bu açıdan kültür, sınıf ve kuşak farklarıyla birbirlerinden ayrılıyorlar. Dolayısıyla hikayeleri de aynı oranda değişkenlik gösteriyor. Örneğin tarih öğretmeni olan Öğretmen Hanım ‘’Biz üç darbe gördük,’’ diye başlıyor söze. Öğrencilerini kaybettiğinden, kitapları yakmak ve saklamak zorunda olduklarından söz ediyor. Öte yandan Kerime Hanım’ın ilk sözü, ‘’Sonra cenab-ı Allah bu konularda çok önemli vaazlarda bulunmuştur,’’ oluyor.
Sahnede siyah bir arka fonun önünde duran uzunlu kısalı, dikey ve yatay beyaz kutular var. Her kutunun üzerinde en az bir, en fazla iki oyun kişisi duruyor ve oyun boyunca istisnalar dışında yerlerinden ayrılmıyorlar. Dolayısıyla eylemsellikten ziyade oyun kişilerinin anlatılıcılığı öne çıkıyor. Zaten her biri konuşmaya ve hikayesini anlatmaya başladıkça hikayelerin uzaktan ya da yakından birbiriyle kesiştiğini fark ediyoruz. Hikayeler hikayeleri açıyor ve her birinin birleşiminden aksak bir ritm yayılıyor izleyenlere…
Oyunda iki tane aile var. İlki Müfettiş ve Öğretmen Hanım. Bunların iki çocuğu bulunuyor. Demir ve Yağmur. Yağmur sevgilisi Deniz’le bir kutunun üzerinde, Deniz’in Amerika’dan dönen abisi Cihat ise sevgilisi Alev’le birlikte öteki kutunun üzerinde duruyor. Diğer tarafta ise Sakin Bey ve Kerime Hanım’ın ailesi var. Onların da biri evli diğeri bekar olan iki kızı Özge ve Atalet farklı kutuların üzerinde duruyorlar. Bir diğer kutunun üzerinde duran taksi şoförü ise Müfettiş’in Urfa’dan yeni gelen hemşerisi. Oyun, onun taksisine binen Cihat’ın konuşmasıyla başlıyor. Yıllarca Amerika’da yaşadıktan sonra doğduğu yer olan İstanbul’a geri dönen Cihat, ülkesinde yaşadığı sorunları sıralıyor tek tek. Hiçbir yere ait olamayışının resmini çiziyor aslında. Bir dükkanın camında gördüğü ‘’16 yaşından küçük çırak aranıyor,’’ ilanıyla aksayan düzenin kendisine işaret ediyor. Kardeşi Deniz de yüzünde Cihat’ınkine benzer kayıp bir ifadeyle dolaşıyor aynı şekilde, Cihat gibi kendi yolunu kazmaya, bir kurtuluş bulmaya çalışıyor, kurtuluşu uzaklarda bulacağını düşünerek…
Cumhuriyet tarihinden beri süre gelen batılılaşma hareketleri içindeki modern ve geleneksel arasındaki çatışmayla birlikte devinen karakterler bu açıdan kültür, sınıf ve kuşak farklarıyla birbirlerinden ayrılıyorlar. Dolayısıyla hikayeleri de aynı oranda değişkenlik gösteriyor. Örneğin tarih öğretmeni olan Öğretmen Hanım ‘’Biz üç darbe gördük,’’ diye başlıyor söze. Öğrencilerini kaybettiğinden, kitapları yakmak ve saklamak zorunda olduklarından söz ediyor. Öte yandan Kerime Hanım’ın ilk sözü, ‘’Sonra cenab-ı Allah bu konularda çok önemli vaazlarda bulunmuştur,’’ oluyor.
Oyun kişilerinin her biri Osmanlı’nın da başkenti olan İstanbul’un, günümüze kadar gelen geniş tarihselliği içinde var ediyorlar kendilerini. Şehir ve geçmiş onları belirlerken, onlar da birbirlerini belirleyerek bir bakıma aksayan düzenin kendisi haline geliyorlar. Örneğin Cihat’ın bindiği taksi diğer bütün hikayelerin başlangıç noktasını oluştururken, aynı zamanda her bir hikayenin diğerine yaptığı teması görünürleştiriyor.
Oyun klasik hikaye anlatıcılığını, kendine özgü bir sahnelemeyle daha çağdaş bir zemine oturtuyor. Aksak ritme uygun olarak zaman zaman anlatıcının sözü kesiliyor, zaman zamansa tüm oyun kişilerinin aynı anda konuşuyor olması kakafonik bir etki yaratıyor. Karakterlerin oyun boyunca kutuların üzerinden ayrılmıyor olmaları hareketi kısıtlıyormuş gibi görünmesine rağmen, herkes kutusunun üzerinde sabit olduğu halde biri konuşurken diğerlerinin devinimlerine devam etmeleri nedeniyle sahne hareket kazanıyor ve izleyici bakacağı noktayı tercih etmek zorunda bırakılıyor.
Öte yandan oyun kişilerinin sahne üzerindeki yerleşimi karakterler arasındaki karşıtlığı sürekli yeniden yaratıyor. Sahnenin bir tarafında duran ‘’modern’’ ile diğer tarafta duran ‘’geleneksel’’ kesim arasında büyüyen karşıtlık oyunun sonunda kavgaya dönüşüyor. Karakterlerin her biri arzularını sıralarken, bu arzulara yönelik onları koşullayan, oluşturan ve birbirine bağlayan mekanizmayı yeteri kadar görmüyor oluşumuz, ikiliklerin olduğu gibi bırakılmasına neden oluyor. Örneğin oyunda değinilen meselelerden biri olan toplumsal cinsiyet, sıklıkla geleneksel düzendeki iki kız kardeş üzerinden veriliyor. Biri evli ve uyumlu bir karakterken, diğeri uyumsuz ve erkeksi bir tavır çiziyor. Yaratılan cinsiyet modellerindeki klişeler, alternatif üretilmeden olduğu gibi kullanılıyor.
Aksak İstanbul Hikayeleri kozmopolit bir şehrin içinde aksayan yaşamların hikayelerini anlatıyor bize. Yaşamların farklılıklarını açığa çıkarırken, aynı zamanda benzerliğini de göstermeyi unutmuyor. Öğretmen Hanım’ın da dediği gibi: ‘’Ara sıra her şeyin bir çeşit nedeni olduğunu düşünürüm. Her şey sanki tılsımlı bir değnekle bir yerlere yerleşir. Hayatlar kesişir, bölünür, parçalanır, biter, gider ve ardından bir başkası gelir.’’
Galata Perform ekibinin sahneye koyduğu Aksak İstanbul Hikayeleri’ne Youtube üzerinden kolaylıkla erişebilirsiniz. İyi seyirler.