Anlatı oyunlarında sınırlılık ve olanak: Ruhi Bey ve Thom Pain
Nazım Sarıkaya
9 Mart Pazar günü Şermola Performans’ta Eskişehirli bir grubu izleme fırsatı bulduk: Oyun İşleri. Şimdilik Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro öğrencilerinden oluşan topluluğun bir de küçük salonu varmış: Kıraathane. Fırsat buldukça İstanbul ve Ankara’dan grupları da davet ediyorlarmış Kıraathane’ye. Amaçlarının Eskişehir’de “yeni metin-sahneleme” örnekleri göstermek olduğunu vurguluyorlar: Ödenekli tiyatrolara karşı “alternatif” oyun/seyir kültürü yaratmak. Topluluk çalışmalarına 2013 yılında başlamış. Şimdiye kadar tek kişilik anlatılar üzerine kafa yormuşlar.
Oyun İşleri, Ruhi Bey ve Tom Pain’i aynı gün sergiledi. Oyunların aynı yazı içerisinde incelenmesi kanımca sahnelemenin açığa çıkmasını kolaylaştıracak. Son kertede anlatı oyunlarından bahsediyorsak üzerinde yoğunlaşmamız gereken noktanın sahne(leme) olduğu fikrindeyim. Yoksa hepimiz sıcak koltuklara gömülüp Ruhi Bey’i Edip Cansever’den okumayı tercih ederdik sanırım? Şiiri sahneye uyarlayan ve oynayan Özgün Can Karaburun. Işık tasarımı Ozan Altuntaş. Oyun Ruhi Bey’in çocukluğundan ölüm anına kişisel tarihini anlatıyor. Öte yandan hayatına dahil olmuş diğer insanların gözünden görüyoruz Ruhi Bey’i: Kürk tamircisi, genelev kadını, meyhane patronu ve bir otel kâtibi anlatıyor ayrı ayrı. Thom Pain’i yazarı ise Will Eno. Metni çeviren ve oynayan Uğur Çağlayan. Işık tasarımı yine Ozan Altuntaş. Thom Pain bir hikaye anlatmak için sahneye çıkıyor ancak ne hikayeyi anlatabiliyor ne kendisini. Köpeği ölen yalnız bir çocukla başlayan hikaye birden Thom Pain’in kendisine, bir kadınla yaşadığı aşk macerasına dönüşüyor. Ancak bu hikaye de tamamlanamadan karakter bilinçakışının saçmalıkları arasında kayboluyor. Sahnelemede Aranan Farklı Kurgular İki oyunun tasarımında da oyuncu dışındaki teatral öğeler(dekor, kostüm vs.) mümkün olduğunca budanmış. Oyuncular boş sahnede birer sandalyeyle karşılıyor bizi. Ve Tom Pain’in anlattığı hikayenin kitabı ve Ruhi Bey’in hikayesini sığdırdığı çantası. Bu sadelik üzerine düşünmeye başlayınca akla ilk oyuncuyla seyircinin karşılaşmasına işaret edildiği geliyor. Zaten Ruhi Bey tam da bu samimi karşılaşma ile başlıyor. Anlatıcı sahneye çıkıyor, seyircileri buyur ediyor ve birazdan oynamaya başlayacağını söylüyor. Gündelik kıyafetlerle sahnede, sanki seyircilerden biri gibi. Ancak Ruhi Bey’in anlatısı başlayınca birden beliriveriyor oyun alanının sınırları. Anlatıcı çantasından çıkardığı mum ve vesikalık öğrenci resmiyle bizi Ruhi Bey’in çocukluğuna götürüyor. Öz annesini kaybettiğini ve hemen sonra babasının genç bir kadınla evlendiğini öğreniyoruz. Oyuncu ışıkların sönmesiyle tekrar baştaki anlatıcı oluyor ve çocukluk hikayesine Ruhi Bey olarak devam edeceğini söylüyor. Bu noktada karışıklığı gidermek için üç katmandan söz etmek mümkün: Oyunun başında seyirciyi karşılayan kişi, Ruhi Bey’in çocukluğunu anlatan anlatıcı ve Ruhi Bey’in kendisi. Metni kurgularken üretilen bu derinliğin sahnelemede de açığa çıkması önemli. Çünkü tek kişilik anlatılarda bu tür müdahaleler izlenebilirliği kesinlikle arttırıyor. Yaratılan her boyutla seyirci yeni bir dünyaya dahil oluyor ki bu anlatıda ritim için bulunmaz nimet. İkinci bölümdeyse Ruhi Bey’i çevresindeki insanların gözünden görüyoruz. Özgün Can Karaburun başlamadan seyircilere soruyor: “Hangisini oynayayım? Kürk Tamircisi? Meyhane patronu?” Seyirciden aldığı sırayla farklı rollere bürünüp Ruhi Bey’in çevresinde nasıl tanındığını gösteriyor. Bu bölümde oyun kişilerinin farklı dünyalarını göstermek için birkaç yol izlenmiş. İlk olarak değişen oyunculuk üslubu göze çarpıyor. Bu bölüme kadar Ruhi Bey’in gözünden bir anlatı ile karşı karşıyaydık ancak Rum ayakkabı tamircisi, genelev kadını gibi temsillerle Ruhi Bey’i ilk kez dışarıdan görmeye başlıyoruz. Anlatı odağının bu şekilde kaydırılması oyunculuk üslubundaki geçişle(klişeye düşülmeden) sağlanmış. Geçişlerde bir diğer kolaylığı da Ruhi Bey’in çantası sağlıyor. Çantada her oyun kişisini ima eden birer aksesuar var, genelev kadının sigarası gibi. Oyuncu bu aksesuarın yardımıyla forma giriyor. Işığın değişimi ve müzik de bu sahnede atmosfer yaratmak için kullanılan diğer unsurlar. Ruhi Bey başından sonuna seyirciyle diyalog halinde bir sahneleme kurmaya çalışıyor. Hangi yollardan gideceğini önceden haber veriyor ya da keskin dönüşlerden önce kısa bir soluk almak için seyirciye zaman bırakıyor. Thom Pain sahnelemesiyse çok başka bir yoldan yapılandırılmış. Yine seyirciye hikaye anlatan bir oyuncuyla karşı karşıyayız ancak oyuncuyla seyirci arasında gizli bir duvar var. Oyunun karanlıkta başlaması ve Thom Pain’in ufuk çizgisine bakarak konuşması oyuncu-seyirci ayrımının bilinçli bir şekilde oluşturulmaya çalışıldığını gösteriyor. Zaten seyirci istese de takım elbise giymiş spor ayakkabılı bu “tuhaf” adamı anlayamıyor. Çünkü Thom Pain bir türlü dikkatini toplayıp cümlelerin sonunu bulamıyor, düşünceler arasında kayboluyor. Sonunda sahnenin arkasında duran kitaba başlayarak seyircinin zihninde imgeler canlandırmaya çabalıyor ama ne mümkün! Unutunca eski aşkıyla olan macerasına geçiyor ve kendi kendine olan sonsuz konuşmaları. Sahne bu noktada üçe bölünmüş. Sandalye sahnenin sağına yerleştirildiğinde lokal ışığın yardımıyla kitaptaki çocuğun hikayesine, sol tarafa çekildiğindeyse yine lokal ışıkla aşk hikayesine dönüyor. Thom Pain oyun alanından çıkıp seyircinin arasına karıştığındaysa genel ışıkta kendi kendine yaptığı konuşmalara başlıyor. Hikaye bu noktada parçalara bölünmüş olsa da söylem Thom Pain’in “anlatamama”sında birleşiyor. Oyunun içinde kurulmaya çalışılan bir başka alan da gizli oyunlar. İlk örnek “oyundan sıkılmış seyirci” oyunu. Thom Pain anlat(ama)maya devam ederken arka sıralarda oturan bir seyirci(seyirci rolünde oyuncu) kendi kendine söylenerek salonu terk ediyor. Thom Pain bu oyuna yaslanarak seyirciye sövgüye başlıyor, başarısız olduğu için kendisine kızıyor. Bir başka örnekse sihirbazlık numarası için bir gönüllü seyircinin(seyirci rolünde bir başka oyuncu) sahneye çağrılması. Sahnede uzun süre bekletilen bu oyuncu üzerinden Thom Pain kendisine yine bir başka oyun alanı yaratıyor. Ancak oyunun tamamına baktığımızda bu tür yapay kurguların eklektik durduğunu görüyoruz. Çünkü az önce de vurguladığımız gibi seyirciyle hiçbir ilişki kurulmamışken birden “seyircinin üzerinden” oyun alanı açmak oyunun bütünüyle uyuşmuyor. Oyun alanıyla seyir yeri arasındaki mesafe “samimiyetini” yitiriyor. Ruhi Bey’i konuşurken oyuncu ile seyirci arasındaki sınırların adım adım çizildiğinden bahsetmiştik. Bu gizli anlaşma izleyene rahatlık verir. Sahneden gelen her sorunun tereddütsüz yanıt bulduğunu gördük. Ancak Thom Pain’in seyirciye yönelttiği hemen hiçbir soru karşılık bulmadı. Yazının başında Thom Pain’in özellikle seyirciyle arasına mesafe koyduğunu söylemiştik, öyleyse neden seyirciye bu kadar çok soru yöneltiyor? Neden seyirciyle konuşmaya çabalıyor? Konvansiyonel tiyatrodaki dördüncü duvarı, temsilin gerçekliğe öykünmesi ilkesiyle bir nebze anlayabiliriz fakat anlatı oyunculukta bunu nereye konumlandıracağız? Sahnede duvara karşı anlatan bir oyuncudan mı bahsediyoruz? Hayır ama Thom Pain’in nesnesi seyirciler, oyun boyunca anlatının söylemi seyirciye yöneliyor. Kanımca bu kargaşaya çevirideki problemler neden olmuş. Orijinal metni okuma şansımız yok, basılmamış ancak anlaşıldığı kadarıyla sahnede oluşturulmuş bir metinden bahsediyoruz. Edebi tiyatro metninin sahneye taşınması değil de sahnede oluşturulmuş bir metnin yazıya taşınması söz konusu. Ve bu tarz sonradan metinselleşmiş bir eseri sahnede ezberden okumak söylemle eylemin uyuşmamasına neden oluyor. Thom Pain sahnede seyircilere söylüyor ancak “duvara” eyliyor. Ruhi Bey için de farklı iki uyuşmazlıktan söz etmek mümkün. İlki müzik kullanımıyla ilgili. Sahnede bu tür ikincil müdahaleler oyuncunun işini kesinlikle kolaylaştırıyor(ritim alması, duygu vermesi gibi) ancak biraz sınırı aştığı vakit oyuncunun müziğe yaslanmasına neden oluyor. Bu anlarda seyirciyle kurulan samimi ilişkinin kaçtığı fikrindeyim. Sahnenin müziği kullanarak duyguya bu kadar gönderme yapması oyunun önüne geçiyor. Bir başka benzer durumu da Ruhi Bey’in ölümü sahnesinde görüyoruz. Bir oyuncu için ölüm anının temsili elbette çok zor olmalı: Hayatında bir defa deneyimleyebileceğin bir hakikati sahnede onlarca kez yeniden canlandırmak. Ve fakat ölüm sahnesinde Ruhi Bey’in doğumundan bu yana gördüğümüz(Genelev Kadını gibi uç bir temsil de dahil olmak üzere) oyunculuk skorundan bu kadar çok yukarılara çıkmak seyircinin kopmasına neden oluyor. Oyunculuğun biraz abartıya kaçtığı o anlarda bu sefer de oyunu değil oyunculuğu izler oluyoruz. Tek kişilik oyunlarda seyirciyi sıkmamak zordur. Özellikle Ruhi Bey çok boyutlu yapısı ve ritmiyle sıkılmaya fırsat tanımıyor. Henüz ikinci oyununu oynayan Thom Pain’in de seyirciyle daha çok karşılaşarak kendi dilini bulacağı kanısındayım. Sahnede yazılmış bu metin belki tamamıyla unutulup kendi sahnesi üzerinde bir kez daha yazılmalı. Bir oyun, özellikle oyuncu-seyirci sınırlarının metnin-sahnelemenin neresinde başlayıp neresinde bittiğini gerçekten kavrayabilirse bu sınırları olanağa dönüştürebilir. |
RUHİ BEY
Edip Cansever'in "Ben Ruhi Bey Nasılım" şiirinden uyarlanmıştır. Sahneye uyarlayan, yöneten ve oynayan: Özgün Can Karaburun Işık Tasarımı: Ozan Altuntaş Müzik: Kıvanç Kürkcü Grafik Tasarım: Merve Yanarateş Yardımcılar: Duygu Biçer ve Melisa Ertuğrul THOM PAIN Yazan: Will Eno Çeviren ve Oynayan: Uğur Çağlayan Işık Tasarımı: Ozan Altuntaş Grafik Tasarım: Merve Yanarateş Yardımcılar: Özgün Can Karaburun ve Kıvanç Kürkcü |
17 Mart 2014