Akrep
Aylin Baran
“Yüzyıllardır bu topraklar üstünde akrebin kıskacında hayatları yarım kalan ya da eksik yaşanan o güzel insanların sevgili anısına.”
Eşber Yağmurdereli’nin yazdığı ve Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından Rutkay Aziz’in sahneye koyduğu “Akrep” adlı oyun, yazarın Sinop Cezaevinde kaldığı yıllarda yaşadıklarına dayanarak, idamlıklar hücresindeki birkaç günü, yalın ve gerçekçi açılımlarla dile getiriyor. Biri "düşünce suçlusu", öteki "adi suçlu" iki mahkum aracılığıyla, onların kişiliklerinden ve ilişkilerinden hareketle hukuk sistemimizin eleştirildiği, yargılandığı bir oyun olarak karşımıza çıkıyor.
Daha en baştan sahne açılışında gördüğümüz yazarın, “Akrep” oyununu ithaf ettiği yazısı, bize sahnelenecek oyunun Türkiye’de yaşananlara dair olacağını işaret eder diyebiliriz. Öte yandan; “akrebin kıskacında hayatları” ifadesi de oyunun ismi olan “Akrep” sözcüğünün metaforik anlamda kullanıldığını gösteriyor.
Tek mekânda geçen oyun; işlevsel ve yalın bir tasarıma sahip yan yana duran iki hücreden oluşur. 7 Haziran 1982 yılında cezaevi olarak kullanılan Sinop Kalesi’ni akrepler istila eder. Nitekim; kendisin de yazar gibi gözleri görmeyen birinci mahkum aydın Avukat ( Lemi Bilgin) ise akreplerden çok korkar.. Oyundaki ikinci mahkum Şehabettin ( Altan Erkekli) ise; daha önce Samsun Cezaevi’nde birlikte kalmış ve sağcılar tarafından birinci mahkumu öldürmek için tutulmuştur. Fakat; bu görevinde başarısız olur. Daha sonra birinci mahkumla karşılaşınca utanç duyar, idam cezası almayacağını öğrenince, bu durumu itiraf eder ve aralarında dostluk başlar. Ancak sonunda ikinci mahkumun idam edilmesiyle, oyun boyunca sürdürülen adalet ve özgürlüğe duyulan umut vurgusu yankısını daha da çok hissettirir.
Oyun, başından sonuna kadar yan yana hücrelerde kalan bu iki mahkum arasında kurulan ilişki üzerinden ilerler. Oyun boyunca avukatla konuşulmasının tamamen yasak olduğunu görürüz. “İdeolojik mekanizmanın” bir parçası olarak var olan gardiyanların tutum ve tavırları ise; hücredeki insanlık dışı koşulları belirgin hale getirir. Özellikle gardiyanlardan birinin yemek getirdiği sahnede; hücrenin duvarında gördüğü akrebi elindeki kepçeyle vurarak öldürmesi ve kepçeyi temizleme ihtiyacı hissetmeden yemek kabına geri daldırması, hücre yaşamının insanlık dışı koşullarını ve 12 Eylül döneminin işkence dolu dünyasını göz önüne getirir diyebiliriz. Bu açıdan oyunun tek mekân seçimi de, akrep metaforuyla birlikte mahkumların düzen tarafından sıkıştırılmışlığına işaret ederek oyunun bağlamına uyar. Sahnelemede tek mekân seçiminin yanında, ışık kullanımının da sade olması; Cezaevindeki hücre yaşamının kasvetli yönünü yansıtır niteliktedir: Yalnızca loş bir ışıkla mahkumların üstü aydınlatılmış, sahnedeki kişilerin yüzü dahi tam anlamıyla seçilemez hale getirilmiştir.
Birbirlerinden çok farklı birikimlerden gelmiş iki insanın kişiliklerini, kimliklerini, bireysel ve toplumsal konumlarını ortaya koyarak sergiledikleri bu oyunda, oyuncuların; oyunculuk açısından “duygu sömürüsü” ya da “didaktik öğreticiliğe” düşmemeleri de önem arz eder. Böylece oyundaki düşünce ve duyarlılık arasındaki denge dramatize edilmekten kaçınılacak biçimde, oyunun gerçekçi yapıda sergilenmesine hizmet eder. Bu bağlamda oyun yazarın yaşadıklarını aktarmasının ötesine geçerek, hücrenin dışına taşan ve izleyicinin yüreğine seslenmeyi beceren bir yapıya dönüşür hale gelir. Özellikle bazı anlarlar - ikinci mahkumun mahkemeye giderken cezaevi aracının penceresinden gördükleri, mektupların okunduğu ve yarınlara dair sönmeyen düşler, özlemler ve umutlarla birlikte demir parmaklıkların “kanatlandığı”- birlikte özgürlük ve adalet duygusu daha da pekiştirilir. Oyun boyunca özgürlüğe hizmet eden ses ise; ara ara işittiğimiz denizin dalgası olarak yansıtılır.
Sonuç olarak metaforik bağlamda; varolan düzeni işgal eden çok sayıda akrep olduğundan, oyunun sonunda artık akrebin bir korku olmaktan çıktığını görürüz. Böylece “ yüzyıllardır bu topraklarda hepimizi kıskacına almış akrebi yok etme, o akrebe karşı savaşma gerekliliği...” bizlere hatırlatılarak tarihimizle yüzleşme imkânı sağlanır.
Birbirlerinden çok farklı birikimlerden gelmiş iki insanın kişiliklerini, kimliklerini, bireysel ve toplumsal konumlarını ortaya koyarak sergiledikleri bu oyunda, oyuncuların; oyunculuk açısından “duygu sömürüsü” ya da “didaktik öğreticiliğe” düşmemeleri de önem arz eder. Böylece oyundaki düşünce ve duyarlılık arasındaki denge dramatize edilmekten kaçınılacak biçimde, oyunun gerçekçi yapıda sergilenmesine hizmet eder. Bu bağlamda oyun yazarın yaşadıklarını aktarmasının ötesine geçerek, hücrenin dışına taşan ve izleyicinin yüreğine seslenmeyi beceren bir yapıya dönüşür hale gelir. Özellikle bazı anlarlar - ikinci mahkumun mahkemeye giderken cezaevi aracının penceresinden gördükleri, mektupların okunduğu ve yarınlara dair sönmeyen düşler, özlemler ve umutlarla birlikte demir parmaklıkların “kanatlandığı”- birlikte özgürlük ve adalet duygusu daha da pekiştirilir. Oyun boyunca özgürlüğe hizmet eden ses ise; ara ara işittiğimiz denizin dalgası olarak yansıtılır.
Sonuç olarak metaforik bağlamda; varolan düzeni işgal eden çok sayıda akrep olduğundan, oyunun sonunda artık akrebin bir korku olmaktan çıktığını görürüz. Böylece “ yüzyıllardır bu topraklarda hepimizi kıskacına almış akrebi yok etme, o akrebe karşı savaşma gerekliliği...” bizlere hatırlatılarak tarihimizle yüzleşme imkânı sağlanır.