Sanders'in gülme teorisiyle Monty Python ve Kutsal Kase filmine bir bakış
Derya Sağlam
SANDERS VE GÜLME
Paulo Freire Ezilenlerin Pedagojisi’nde, “Ezen-ezilen ilişkisinde, ezilenin düzene olan tepkisi, o düzene olan karşıtlığı, aslında doğrudan düzenin kendisine değildir. Ezilenin düzendeki konumunadır. Ezilen, ezen konumuna geçmeyi amaçlar. Ezilen, ezen konumuna geçmeyi, özgürleşme olarak algılar. Birçok durumda, ezilmenin acısını çıkarmak için ezen olmak gerektiğini düşünür. Bu bağlamda kısır bir döngü oluşur, kişiler değişir, ama düzen değişmez, ezen-ezilen ilişkisi baki kalır.” der. 6839-monty-python-and-the-holy-grail-monty-python-ve-kutsal-kase Buradan hareketle Sanders’in gülmeye dair düşüncelerine bakabiliriz. Sanders’e göre, gülme, tarihin her döneminde güç sahipleri tarafından tehdit olarak algılanmış ve kontrol altında tutulmak istenmiştir. Bu tutum, güç sahibinin, egemenliğini sürdürebilmesi için oluşturduğu bir zırha dönüşüyor diyebiliriz. Çünkü gülmek, mevcut olan yapının altını oyup, onunla alay ediyor ve değersizleşmesine neden oluyor. Bu açıdan da üstünlük sağlayan yıkıcı bir eylem olarak beliriyor. Bu durum ezilenin, ezen konumuna geçebilme umudunu içinde barındırmasının yanı sıra, rahatlama teorisi üzerinden baktığımızda yeniden ezilmeye uygun hale gelmesine de sebep olabilir diyebiliriz. Ayrıca Sanders, modern çağ ile ortaya çıkan haset duygusuna vurgu yaparak ‘eşitler’ arasında da gülme vasıtasıyla bir üstünlük sağlama çabasının açığa çıktığını şu sözlerle ifade eder. |
|
“Aslına bakılırsa, sakar tökezleyenimiz topallamasa ya da hiç sendelemese, düşmese bile, ona çelme takmaya çalışırdık – bu durum bize üstünlük duygusu vereceği için. – Rekabetçi toplumlarda, tökezleyenler ve düşenler kendi sosyal refahımızın güvencesidirler; onlar bize toplum merdiveninde bir basamak üste çıkma olanağını verirler. Kendi özenle hesaplanmış tavırlarımızı onların başarısızlığıyla ölçeriz; bize yalnızca kim olduğumuzu değil, nerede durduğumuzu da gösterirler. …..Gülmeye ilişkin ilk felsefi tartışmalarda, komşumuzu yerinden etme arzusuna değinilmiştir; daha sonra bu arzu saldırgan, düşmanca esprinin gelişimini ateşleyecektir: Cezalandırıcı, çoğunlukla acı verici esprilerden, hasmın, hiç de beklemediği bir anda en can alıcı noktalarını -genellikle egosunu- yaralayan esprilerden söz ediyoruz.”
Bu veriler doğrultusunda Monty Python ve Kutsal Kâse filminde ezen –ezilene dair bildiklerimizin nasıl tersyüz edildiğini ve gülmenin nasıl inşa edildiğini incelemeye çalışacağım.
MONTY PYTHON VE KUTSAL KÂSE
Film, Tanrı’nın Kutsal Kase’yi bulmaları için görevlendiği İngiltere’nin efsanevi kralı Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyelerinin yolculuğu üzerinden gelişiyor.monty-python-and-the-holy-grail-845x468
Britanya mitolojisinde ülkesini birleştirip, barışa kavuşturmuş ideal yönetici olarak anlatılan Arthur, filmde antikahraman olarak yorumlanmıştır. Hiyerarşinin en üst noktasını temsil eden kralın bir atının bile olmaması, halk tarafından tanınmaması, ciddiye alınmaması, bilindik kalıbı tersyüz ederek gülmeyi doğuruyor. Öte yandan ‘güçlü’, ‘korkusuz’, ‘kahraman’ gibi sıfatlarla tanımlanan şövalyelerin de bu tanımlardan gülünç olacak kadar uzak olduğunu görüyoruz. Bu durum, önem atfedilen kahramanlığın aslında nasıl boş olduğunu gösteriyor. Film ayrıca Hristiyan dünyasını ve ritüellerini de birer güldürü unsuruna dönüştürerek, din olgusunun altını oyuyor.
Film, otorite figürü olan din – kilise, kral – saray gibi sarsılmaz kabul edilen, tartışılması mümkün olmayan yapıları parodiye dönüştürüp, gülünç bir hal almalarını sağlıyor. Bu sayede mutlaklıklarını sarsıyor ve oluşturduğu yeni görme biçimiyle onlara üstünlük kuruyor. Bilinen yapının, ezen – ezilen ilişkisinin tersine çevrildiği film, Sanders’in gülme teorisi üzerinden düşündüğümüzde, en az kendi kadar gülünç şövalyeleri dışında kimseye sözünü dinletemeyen, halkı kontrol edemeyen, beceriksiz diye tanımlanabilecek bir kral figürü çıkarıyor karşımıza. Ki bu kral, bilinenin aksine bir karikatür algısı yaratıyor.
Arthur’un halkla direkt temasta bulunduğu sahnelerin yanı sıra kilise ayini, cadı avı, Fransızların kalesine girme çabaları, büyücü Tim eşliğinde mağaraya gidişlerini Sanders’in teorisinden hareketle incelemeye çalışacağım. Karikatürleşme ve otomatizme dair durumlarda Bergson’un kuramı ile örtüşen yanlarını ele alacağım.
Bu veriler doğrultusunda Monty Python ve Kutsal Kâse filminde ezen –ezilene dair bildiklerimizin nasıl tersyüz edildiğini ve gülmenin nasıl inşa edildiğini incelemeye çalışacağım.
MONTY PYTHON VE KUTSAL KÂSE
Film, Tanrı’nın Kutsal Kase’yi bulmaları için görevlendiği İngiltere’nin efsanevi kralı Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyelerinin yolculuğu üzerinden gelişiyor.monty-python-and-the-holy-grail-845x468
Britanya mitolojisinde ülkesini birleştirip, barışa kavuşturmuş ideal yönetici olarak anlatılan Arthur, filmde antikahraman olarak yorumlanmıştır. Hiyerarşinin en üst noktasını temsil eden kralın bir atının bile olmaması, halk tarafından tanınmaması, ciddiye alınmaması, bilindik kalıbı tersyüz ederek gülmeyi doğuruyor. Öte yandan ‘güçlü’, ‘korkusuz’, ‘kahraman’ gibi sıfatlarla tanımlanan şövalyelerin de bu tanımlardan gülünç olacak kadar uzak olduğunu görüyoruz. Bu durum, önem atfedilen kahramanlığın aslında nasıl boş olduğunu gösteriyor. Film ayrıca Hristiyan dünyasını ve ritüellerini de birer güldürü unsuruna dönüştürerek, din olgusunun altını oyuyor.
Film, otorite figürü olan din – kilise, kral – saray gibi sarsılmaz kabul edilen, tartışılması mümkün olmayan yapıları parodiye dönüştürüp, gülünç bir hal almalarını sağlıyor. Bu sayede mutlaklıklarını sarsıyor ve oluşturduğu yeni görme biçimiyle onlara üstünlük kuruyor. Bilinen yapının, ezen – ezilen ilişkisinin tersine çevrildiği film, Sanders’in gülme teorisi üzerinden düşündüğümüzde, en az kendi kadar gülünç şövalyeleri dışında kimseye sözünü dinletemeyen, halkı kontrol edemeyen, beceriksiz diye tanımlanabilecek bir kral figürü çıkarıyor karşımıza. Ki bu kral, bilinenin aksine bir karikatür algısı yaratıyor.
Arthur’un halkla direkt temasta bulunduğu sahnelerin yanı sıra kilise ayini, cadı avı, Fransızların kalesine girme çabaları, büyücü Tim eşliğinde mağaraya gidişlerini Sanders’in teorisinden hareketle incelemeye çalışacağım. Karikatürleşme ve otomatizme dair durumlarda Bergson’un kuramı ile örtüşen yanlarını ele alacağım.
FİLME BİR BAKIŞ
Filmin giriş sahnesinde Kral Arthur ve kâhyası Patsy, şövalye bulmak için bir şatoya doğru gelirler. Burada geçen diyalogda Arthur kendini; “Britonların Kralı! Saksonların bozguncusu! Bütün İngiltere’nin hükümdarı!” olarak tanımlar ve “Ülkeyi boydan boya gezdik, Camelot’taki sarayıma katılacak şövalyeler arıyoruz.” diye ekler. İlk bozgun burada yaşanır.
Asker : Ne! Atla mı gezdiniz?
Arthur : Evet.
Asker : Ama siz Hindistan cevizi kullanıyorsunuz.
Arthur : Ne?
Asker : Sadece iki Hindistan cevizini birbirine vuruyorsunuz.
Bunu takip eden diyaloglarda, Hindistan cevizini kırlangıçların taşımış olma ihtimaline dair yapılan sohbette de Arthur’un bilgisizliği görünürleşiyor. Burada gerek “üstün” olan kralın cehaletinin açığa çıkması, gerekse bir atının dahi olmaması ve bunun farkında olmayışı gülmeyi doğuruyor. Ayrıca kişilerin konumlandırılışına baktığımızda, asker kalede ve krala tepeden bakıp, onu sorguya çekiyor. Bu sayede ast üst ilişkisini tersyüz ediyor, konumların değişme ihtimali, egemenin altta kalma olasılığı fikrini güçlendiriyor ve üstünlük hissiyle gülmeyi besliyor diyebiliriz.
Takip eden sahnede, yaşlıya saygı duyulur düşüncesini kırıyor ve ölünün ticari bir metaya dönüştüğünü göstererek Sanders’in ifadesiyle grameri bozuyor ve gülmeye neden oluyor. Ölünün pazarlık malzemesi haline geldiği bu sahnede, oradan geçen Arthur’a dair;
Adam : Bu da kim?
Ölü taşıyıcı : Bir kral olmalı.
Adam : Nereden anladın?
Ölü taşıyıcı : Boka batmamış, baksana, diyaloğu, yaşanan trajediye rağmen egemenin etkilenmediğini göstermesi ve “boka batmama”yı ölçüt olarak alması bağlamında gülmeyi yaratıyor.
“Tarih okurları olarak, çoğunlukla tek bir sesi, denetimi elinde tutanların sesini işitebiliyoruz. Birer birey olma çabası içindeki köylülerin ve kadınların gürültüsüne kulak vermek için, okurların kulaklarını sayfaya iyice yaklaştırmaya başlamaları gerekiyor. İktidar, tıpkı kaymak gibi, üste çıkıp büyük bir güçle tepe noktasına yerleşiveriyor. Çoğunlukla okuduğumuz düzey de bu. Ama iktidardakiler sürekli olarak omuzlarının üzerinden bakmak zorundalar, çünkü alt kesimdeki kimseler de yukarılara çıkmayı kafalarına takabilirler, siyasi güçlerini kullanarak değil, yalnızca coşku ve sevinç yoluyla, kahkahalarının gücüyle. Ne var ki, devlet etkili ve etkin bir biçimde yönetilecekse, halkın yerini bilmesi gerekir. Aksi takdirde, toplum bir şeyleri gülünç bulmaya başlarsa, dev kahkahalar her şeyi silip süpürebilir.” (S: 81)
Sonrasında gelen sahneyi Sanders’in bu tespiti bağlamında değerlendirmeye çalışacağım. Arthur’un köylülerle temasını gördüğümüz bu sahnede, Britonların kralı olduğundan bahsederken köylülerden gelen, “Britonlar kim?”, “Bir kralımız olduğunu bilmiyordum.” gibi cümleler konumunu sarsması bağlamında gülmeyi doğuruyor. Yine bu sahnede, nasıl kral olduğunu anlattığında “kutsal” olarak atfettiği durumun halk nazarında aşağılanması, kabul görmemesi de gülmeyi besliyor. Öte yandan burada “Ben seni seçmedim.” cümlesi ve “Krallar seçilmez.” cevabı, egemenin varlığının sorgulanamaz olması düşüncesini görünürleştirip, altını oyuyor. Bu durum, yönetimde söz hakkı olduğunu düşünen, temsil edildiğine inanan insanın, seçim illüzyonuyla kandırılıyor olduğunun görünmesini ve burada gördüğüyle kendi durumu arasında fark olmadığını anlamasını, belli bir uzaklıktan bakarak, kendi gerçeğiyle yüzleşmesi sağlayarak, gülmeyi yaratıyor.
Burada, bir kez daha “bilen” kişi olarak konumlanan kralın, kokuşmuş emperyalist sistemin taşıyıcısı olduğunu, sınıf meselesinden habersiz oluşunu ve tanındığından çok emin olmasına rağmen tanınmadığını görüyoruz. Bu gülmemizi sağlıyor. Çünkü ona karşı bir üstünlük hissi yaratıyor. Öte yandan söylediklerinin karşılığını bulamayınca “Kes sesini, ben senin kralınım.” sözleriyle fiziksel şiddete başvurması da acziyetini göstermesi sebebiyle, -atılan kahkahanın yarattığı- üstünlük duygusunu güçlendiriyor ve gülmeye hizmet ediyor.
Orman sahnesinde, kimsenin köprüden geçişine izin vermeyen ve kendini yenilmez olarak tanımlayan Kara Şövalye, Arthur’un, şövalyesi olmasına dair teklifini reddeder, köprüden geçmesine izin vermez ve düello başlar. Sırasıyla kolları ve bacaklarını kaybeden şövalyenin, bulunduğu durumu “Sadece bir çizik”, “Tamam, berabere kaldık”, “İşte kaçıyorsunuz” gibi cümlelerle tanımlaması ve çarpışmaya devam etmek istemesi, hem fiziksel olarak içinde bulunduğu durumla sözleri arasındaki zıtlık, hem de “güç”, “yenilmezlik” gibi kavramların değişkenliğini göstermesi sebebiyle gülmeyi yaratıyor.
Bir sonraki sahnede ilahi okuyan bir grubun, ellerindeki tahtayı ciddiyetle kafalarına vurduklarını görüyoruz. Burada kutsal olarak adlandırılanın sorgulanamaz oluşunun, boşalan kafalar yarattığına ve bunun kişiyi gülünç hale sokmasına tanık oluyoruz. Bir otorite figürü olan kilise ve onun referans aldığı dinin bireyi nasıl yok ettiğini görmemizle birlikte, ritüelin saçmalığını fark ediyor ve gülüyoruz. Aynı sahnede, halkın, cadı kılığına soktukları bir kadını yakmak istediklerini ancak bunun nedenini bilmediklerini öğreniyoruz. Kadının cadı olup olmadığını anlamak için sorulan sorular ve izlenen yöntem – Burada karşılaşılan sorular ve varılan yargılardan bazıları şöyle; “Cadılar neden yanar?”, “Başka ne yakarız?”, “Cadılar da odundan oldukları için yanar.”, “Odun suda batmaz. Ördek de öyle. O halde ördekle aynı ağırlıktaysa, batmaz ve bu demektir ki o bir cadı.”- toplumun sürü psikolojisine sahip olduğunu ve din kurumunu sorunsallaştırmadan, ezberci bir biçimde söyleneni kabul ettiğini göstermesinin yanı sıra, egemen sınıfın da nereden beslendiğini görünürleştiriyor. Öte yandan söyledikleri tartışıl(a)mayan bir kurumun sorulan sorularla vardığı yargı sürecinin saçmalığını göstererek, hem onu alaşağı etmemize sebep oluyor, hem de kabul ettiğimiz “değerlerin” gülünç olduğunu görünürleştirerek bizi güldürüyor. Tıpkı seçim illüzyonu gibi adil yargıya ve alınan kararlara inanan, doğruluğundan şüphe duymayan insanı bir kez daha yaşadığı aldatmacayla yüzleştirdiği için gülmemize sebep oluyor.
Filmin giriş sahnesinde Kral Arthur ve kâhyası Patsy, şövalye bulmak için bir şatoya doğru gelirler. Burada geçen diyalogda Arthur kendini; “Britonların Kralı! Saksonların bozguncusu! Bütün İngiltere’nin hükümdarı!” olarak tanımlar ve “Ülkeyi boydan boya gezdik, Camelot’taki sarayıma katılacak şövalyeler arıyoruz.” diye ekler. İlk bozgun burada yaşanır.
Asker : Ne! Atla mı gezdiniz?
Arthur : Evet.
Asker : Ama siz Hindistan cevizi kullanıyorsunuz.
Arthur : Ne?
Asker : Sadece iki Hindistan cevizini birbirine vuruyorsunuz.
Bunu takip eden diyaloglarda, Hindistan cevizini kırlangıçların taşımış olma ihtimaline dair yapılan sohbette de Arthur’un bilgisizliği görünürleşiyor. Burada gerek “üstün” olan kralın cehaletinin açığa çıkması, gerekse bir atının dahi olmaması ve bunun farkında olmayışı gülmeyi doğuruyor. Ayrıca kişilerin konumlandırılışına baktığımızda, asker kalede ve krala tepeden bakıp, onu sorguya çekiyor. Bu sayede ast üst ilişkisini tersyüz ediyor, konumların değişme ihtimali, egemenin altta kalma olasılığı fikrini güçlendiriyor ve üstünlük hissiyle gülmeyi besliyor diyebiliriz.
Takip eden sahnede, yaşlıya saygı duyulur düşüncesini kırıyor ve ölünün ticari bir metaya dönüştüğünü göstererek Sanders’in ifadesiyle grameri bozuyor ve gülmeye neden oluyor. Ölünün pazarlık malzemesi haline geldiği bu sahnede, oradan geçen Arthur’a dair;
Adam : Bu da kim?
Ölü taşıyıcı : Bir kral olmalı.
Adam : Nereden anladın?
Ölü taşıyıcı : Boka batmamış, baksana, diyaloğu, yaşanan trajediye rağmen egemenin etkilenmediğini göstermesi ve “boka batmama”yı ölçüt olarak alması bağlamında gülmeyi yaratıyor.
“Tarih okurları olarak, çoğunlukla tek bir sesi, denetimi elinde tutanların sesini işitebiliyoruz. Birer birey olma çabası içindeki köylülerin ve kadınların gürültüsüne kulak vermek için, okurların kulaklarını sayfaya iyice yaklaştırmaya başlamaları gerekiyor. İktidar, tıpkı kaymak gibi, üste çıkıp büyük bir güçle tepe noktasına yerleşiveriyor. Çoğunlukla okuduğumuz düzey de bu. Ama iktidardakiler sürekli olarak omuzlarının üzerinden bakmak zorundalar, çünkü alt kesimdeki kimseler de yukarılara çıkmayı kafalarına takabilirler, siyasi güçlerini kullanarak değil, yalnızca coşku ve sevinç yoluyla, kahkahalarının gücüyle. Ne var ki, devlet etkili ve etkin bir biçimde yönetilecekse, halkın yerini bilmesi gerekir. Aksi takdirde, toplum bir şeyleri gülünç bulmaya başlarsa, dev kahkahalar her şeyi silip süpürebilir.” (S: 81)
Sonrasında gelen sahneyi Sanders’in bu tespiti bağlamında değerlendirmeye çalışacağım. Arthur’un köylülerle temasını gördüğümüz bu sahnede, Britonların kralı olduğundan bahsederken köylülerden gelen, “Britonlar kim?”, “Bir kralımız olduğunu bilmiyordum.” gibi cümleler konumunu sarsması bağlamında gülmeyi doğuruyor. Yine bu sahnede, nasıl kral olduğunu anlattığında “kutsal” olarak atfettiği durumun halk nazarında aşağılanması, kabul görmemesi de gülmeyi besliyor. Öte yandan burada “Ben seni seçmedim.” cümlesi ve “Krallar seçilmez.” cevabı, egemenin varlığının sorgulanamaz olması düşüncesini görünürleştirip, altını oyuyor. Bu durum, yönetimde söz hakkı olduğunu düşünen, temsil edildiğine inanan insanın, seçim illüzyonuyla kandırılıyor olduğunun görünmesini ve burada gördüğüyle kendi durumu arasında fark olmadığını anlamasını, belli bir uzaklıktan bakarak, kendi gerçeğiyle yüzleşmesi sağlayarak, gülmeyi yaratıyor.
Burada, bir kez daha “bilen” kişi olarak konumlanan kralın, kokuşmuş emperyalist sistemin taşıyıcısı olduğunu, sınıf meselesinden habersiz oluşunu ve tanındığından çok emin olmasına rağmen tanınmadığını görüyoruz. Bu gülmemizi sağlıyor. Çünkü ona karşı bir üstünlük hissi yaratıyor. Öte yandan söylediklerinin karşılığını bulamayınca “Kes sesini, ben senin kralınım.” sözleriyle fiziksel şiddete başvurması da acziyetini göstermesi sebebiyle, -atılan kahkahanın yarattığı- üstünlük duygusunu güçlendiriyor ve gülmeye hizmet ediyor.
Orman sahnesinde, kimsenin köprüden geçişine izin vermeyen ve kendini yenilmez olarak tanımlayan Kara Şövalye, Arthur’un, şövalyesi olmasına dair teklifini reddeder, köprüden geçmesine izin vermez ve düello başlar. Sırasıyla kolları ve bacaklarını kaybeden şövalyenin, bulunduğu durumu “Sadece bir çizik”, “Tamam, berabere kaldık”, “İşte kaçıyorsunuz” gibi cümlelerle tanımlaması ve çarpışmaya devam etmek istemesi, hem fiziksel olarak içinde bulunduğu durumla sözleri arasındaki zıtlık, hem de “güç”, “yenilmezlik” gibi kavramların değişkenliğini göstermesi sebebiyle gülmeyi yaratıyor.
Bir sonraki sahnede ilahi okuyan bir grubun, ellerindeki tahtayı ciddiyetle kafalarına vurduklarını görüyoruz. Burada kutsal olarak adlandırılanın sorgulanamaz oluşunun, boşalan kafalar yarattığına ve bunun kişiyi gülünç hale sokmasına tanık oluyoruz. Bir otorite figürü olan kilise ve onun referans aldığı dinin bireyi nasıl yok ettiğini görmemizle birlikte, ritüelin saçmalığını fark ediyor ve gülüyoruz. Aynı sahnede, halkın, cadı kılığına soktukları bir kadını yakmak istediklerini ancak bunun nedenini bilmediklerini öğreniyoruz. Kadının cadı olup olmadığını anlamak için sorulan sorular ve izlenen yöntem – Burada karşılaşılan sorular ve varılan yargılardan bazıları şöyle; “Cadılar neden yanar?”, “Başka ne yakarız?”, “Cadılar da odundan oldukları için yanar.”, “Odun suda batmaz. Ördek de öyle. O halde ördekle aynı ağırlıktaysa, batmaz ve bu demektir ki o bir cadı.”- toplumun sürü psikolojisine sahip olduğunu ve din kurumunu sorunsallaştırmadan, ezberci bir biçimde söyleneni kabul ettiğini göstermesinin yanı sıra, egemen sınıfın da nereden beslendiğini görünürleştiriyor. Öte yandan söyledikleri tartışıl(a)mayan bir kurumun sorulan sorularla vardığı yargı sürecinin saçmalığını göstererek, hem onu alaşağı etmemize sebep oluyor, hem de kabul ettiğimiz “değerlerin” gülünç olduğunu görünürleştirerek bizi güldürüyor. Tıpkı seçim illüzyonu gibi adil yargıya ve alınan kararlara inanan, doğruluğundan şüphe duymayan insanı bir kez daha yaşadığı aldatmacayla yüzleştirdiği için gülmemize sebep oluyor.
Arthur ve şövalyeler tekrar yola koyulduğunda Tanrı ona seslenir:
Tanrı : Arthur! Arthur! Britonların kralı.
Bu sırada Arthur ve yanındakiler yere eğilirler fakat Tanrı bu davranıştan dolayı onları azarlar.
Tanrı : Ayaklarıma kapanma. Dayanamadığım bir şey varsa, o da ayaklara kapanan insanlardır.
Arthur : Üzgünüm.
Tanrı : Ve özür de dileme! Ne zaman biriyle konuşsam, “Şunun için üzgünüm”, “Şunu affet” ve “Buna değer miyim?” Şimdi ne yapıyorsun?
Arthur : Gözlerimi kaçırıyorum.
Tanrı : Yapma! Şu garip ilahilere benziyor. Çok iç sıkıcılar. Şimdi, kes şunu!
Tanrı : Arthur! Arthur! Britonların kralı.
Bu sırada Arthur ve yanındakiler yere eğilirler fakat Tanrı bu davranıştan dolayı onları azarlar.
Tanrı : Ayaklarıma kapanma. Dayanamadığım bir şey varsa, o da ayaklara kapanan insanlardır.
Arthur : Üzgünüm.
Tanrı : Ve özür de dileme! Ne zaman biriyle konuşsam, “Şunun için üzgünüm”, “Şunu affet” ve “Buna değer miyim?” Şimdi ne yapıyorsun?
Arthur : Gözlerimi kaçırıyorum.
Tanrı : Yapma! Şu garip ilahilere benziyor. Çok iç sıkıcılar. Şimdi, kes şunu!
Tanrı’nın kendine yakaranlara dair bu cümlelerini önceki sahneyle birlikte düşündüğümüzde sorgulamadan kabul etmenin ve biat kültürünün ne kadar gülünç olduğunu bir kez daha görüyoruz. Görevinin Kutsal Kase’yi bulmak olduğunu öğrenen Arthur ve şövalyeler yollarına devam ederken Guy di Loimbard’ın kalesine geliyorlar. Arthur kalede bulunan bir askerle konuşurken, yemek ve konaklama sağlanırsa, efendisinin bu görevde onlara katılabileceğini söylüyor. Bu andan itibaren askerin onu alaya aldığını görüyoruz. Asker, “İlgileneceğini sanmam. Çünkü zaten bir tane kase var.” diyerek başladığı alaylamasına, İngiliz olmaları sebebiyle hakaret ederek devam ediyor. Bunu yaparken bir askerden beklenmeyecek –dil çıkarma, tükürme v.b.- hareketleriyle, otorite figürü olan askerliğin altını oyuyor. İzleyenin, daima sert, ciddi v.b. sıfatlarla kodladığı yapının sarsılmasını ve buna bağlı olarak gülmesini sağlıyor.
“Gülme, iktidarın ince dokulu ağını ters yüz edebilir, bu ağı birden görünür kılabilir, ama iktidarı katışıksız bir vahşiliğe de döndürebilir, çünkü iktidarın son noktada gülmeye karşı söyleyebileceği hiçbir şey yoktur –sessiz kalıverir onun karşısında, en zayıf haliyle dili tutuluverir. İktidar gülmeye karşılık verdiğinde, salt fizikselliğe -işkence, hapis, hatta ölüm- başvurabilir olsa olsa.” (S: 45)
Sanders’in bu çıkarsamasının filmin bu sahnesinde karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Askerin saldırgan tutumu ve kararından vazgeçmeyecek olması, Arthur ve şövalyelerin saldırıya geçmesine neden oluyor. Ancak kaleden üzerlerine hayvanların atılmasıyla geri çekilmek zorunda kalıyorlar. İktidar, gülmeye şiddetle karşılık vermek istemiş ancak başarılı olamayıp, geri çekilmiştir. Bu durum, izleyenin de dahil olduğu kolektif bir kahkahaya neden olarak, iktidarın bir güldürü unsuruna dönmesine neden oluyor. Sonrasında Truva atını andıran kocaman tavşan maketinin Fransız askerler tarafından kaleye alındığını ve Bedevele’nin “Gece olunca, tavşanın içinden fırlayacağız, onları hazırlıksız ve silahsız yakalayacağız.” sözleriyle, planı ciddiyetle anlattığını görüyoruz. Planda anlatılanla bulundukları yerin örtüşmüyor olduğunu görmemiz, bu beceriksizlik hali gülmeyi sağlıyor.
Son olarak bakacağım sahne, büyücü Tim eşliğinde Arthur ve şövalyelerin mağaraya gidişi. Bu sahnede Tim, mağaranın korkunç bir canavar tarafından korunduğunu, kimsenin oraya giremediğini söylüyor. Mağaraya gidildiğinde bir tavşanla karşılaşınca rahatlayan Arthur ve şövalyeler, bir anda Tim’i azarlıyor ve tavşanı etkisiz hale getirmeye çalışıyorlar. Ancak tavşan tam da Tim’in söylediği gibi ciddi kayıplar vermelerine neden oluyor. Bu durum iktidar sahiplerinin “ben bilirim” edasını bozguna uğratıyor ve küçük gördükleri tarafından alt edilişlerini göstererek, ezen – ezilen dengesinin tersyüz olmasını sağladığı için gülmeye hizmet ediyor.
“Doğada, kişide ya da toplumda, hayatın üzerine kaplanmış bir mekanizma izlenimini doğuran hareketler, sözler, kıyafetler, görüntüler bizi güldürür.”
Yukarıda Bergson’un ifade ettiği gibi bütün kişiler otomatizm üzerinden okunabilecek, mekanikleşen hareketlere sahip olmaları, olmayan bir ata bindiklerine inanmaları, bir karakter değil de karikatürü andıran beden dilleri ve konuşmaları gibi sebeplerle gülmeyi yaratıyorlar.
Sanders, gülmenin direnişi tetikleyen etkilerini ve egemenlerin buna karşı aldığı pozisyonu irdeliyor. Sanders’e göre, olaylar, kişiler, nesneler tek ve kabul gören bakış açısıyla değil farklı açılardan ele alınmalı, kurgusal ve imgesel dünyalar yaratılmalıdır. Çünkü mizah bu kaynaktan beslenmekte ve gelişmektedir. Hayal gücünün beslediği mizah, yeni görme biçimlerine olanak sağlar. Bu da günlük, tekrara dayalı yaşam / yönetimle, yani kabul edilen ‘gerçeklik’ ile mesafe alınmasını sağlayarak, oluşturduğu uzaklıkla umudun ve düşlerin alanının genişletilmesine olanak verir.
Filme bu açıdan baktığımızda, ele alınan noktalarda da görüldüğü gibi güç, cesaret, iktidar, mutlakiyet, yıkılmazlık v.b. birçok kavramın altını oyduğuna ve belli bir mesafeden bakmamıza olanak sağladığına tanık oluyoruz.
Sonuç olarak James Scott’un hâkim ve tabi gruplar söylemi üzerinden bakacak olursak, hâkim gruplar iktidarını normalleştirip doğallaştırmaya çalıştıkça, tabi gruplar bu iktidarı aşındırmanın yolları üzerinde çalışacaklardır diyebiliriz. Bunu yaparken de “Başlangıçta gülme vardı.” cümlesine tutunup güçlü bir kahkaha atacaklar.
“Gülme, iktidarın ince dokulu ağını ters yüz edebilir, bu ağı birden görünür kılabilir, ama iktidarı katışıksız bir vahşiliğe de döndürebilir, çünkü iktidarın son noktada gülmeye karşı söyleyebileceği hiçbir şey yoktur –sessiz kalıverir onun karşısında, en zayıf haliyle dili tutuluverir. İktidar gülmeye karşılık verdiğinde, salt fizikselliğe -işkence, hapis, hatta ölüm- başvurabilir olsa olsa.” (S: 45)
Sanders’in bu çıkarsamasının filmin bu sahnesinde karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Askerin saldırgan tutumu ve kararından vazgeçmeyecek olması, Arthur ve şövalyelerin saldırıya geçmesine neden oluyor. Ancak kaleden üzerlerine hayvanların atılmasıyla geri çekilmek zorunda kalıyorlar. İktidar, gülmeye şiddetle karşılık vermek istemiş ancak başarılı olamayıp, geri çekilmiştir. Bu durum, izleyenin de dahil olduğu kolektif bir kahkahaya neden olarak, iktidarın bir güldürü unsuruna dönmesine neden oluyor. Sonrasında Truva atını andıran kocaman tavşan maketinin Fransız askerler tarafından kaleye alındığını ve Bedevele’nin “Gece olunca, tavşanın içinden fırlayacağız, onları hazırlıksız ve silahsız yakalayacağız.” sözleriyle, planı ciddiyetle anlattığını görüyoruz. Planda anlatılanla bulundukları yerin örtüşmüyor olduğunu görmemiz, bu beceriksizlik hali gülmeyi sağlıyor.
Son olarak bakacağım sahne, büyücü Tim eşliğinde Arthur ve şövalyelerin mağaraya gidişi. Bu sahnede Tim, mağaranın korkunç bir canavar tarafından korunduğunu, kimsenin oraya giremediğini söylüyor. Mağaraya gidildiğinde bir tavşanla karşılaşınca rahatlayan Arthur ve şövalyeler, bir anda Tim’i azarlıyor ve tavşanı etkisiz hale getirmeye çalışıyorlar. Ancak tavşan tam da Tim’in söylediği gibi ciddi kayıplar vermelerine neden oluyor. Bu durum iktidar sahiplerinin “ben bilirim” edasını bozguna uğratıyor ve küçük gördükleri tarafından alt edilişlerini göstererek, ezen – ezilen dengesinin tersyüz olmasını sağladığı için gülmeye hizmet ediyor.
“Doğada, kişide ya da toplumda, hayatın üzerine kaplanmış bir mekanizma izlenimini doğuran hareketler, sözler, kıyafetler, görüntüler bizi güldürür.”
Yukarıda Bergson’un ifade ettiği gibi bütün kişiler otomatizm üzerinden okunabilecek, mekanikleşen hareketlere sahip olmaları, olmayan bir ata bindiklerine inanmaları, bir karakter değil de karikatürü andıran beden dilleri ve konuşmaları gibi sebeplerle gülmeyi yaratıyorlar.
Sanders, gülmenin direnişi tetikleyen etkilerini ve egemenlerin buna karşı aldığı pozisyonu irdeliyor. Sanders’e göre, olaylar, kişiler, nesneler tek ve kabul gören bakış açısıyla değil farklı açılardan ele alınmalı, kurgusal ve imgesel dünyalar yaratılmalıdır. Çünkü mizah bu kaynaktan beslenmekte ve gelişmektedir. Hayal gücünün beslediği mizah, yeni görme biçimlerine olanak sağlar. Bu da günlük, tekrara dayalı yaşam / yönetimle, yani kabul edilen ‘gerçeklik’ ile mesafe alınmasını sağlayarak, oluşturduğu uzaklıkla umudun ve düşlerin alanının genişletilmesine olanak verir.
Filme bu açıdan baktığımızda, ele alınan noktalarda da görüldüğü gibi güç, cesaret, iktidar, mutlakiyet, yıkılmazlık v.b. birçok kavramın altını oyduğuna ve belli bir mesafeden bakmamıza olanak sağladığına tanık oluyoruz.
Sonuç olarak James Scott’un hâkim ve tabi gruplar söylemi üzerinden bakacak olursak, hâkim gruplar iktidarını normalleştirip doğallaştırmaya çalıştıkça, tabi gruplar bu iktidarı aşındırmanın yolları üzerinde çalışacaklardır diyebiliriz. Bunu yaparken de “Başlangıçta gülme vardı.” cümlesine tutunup güçlü bir kahkaha atacaklar.
- Barry Sanders, Kahkahanın Zaferi: Yıkıcı Tarih Olarak Gülme, Ayrıntı Yayınları, 2001
13 Temmuz 2016