Avrupa, Giden İçin mi Zor, Kalan İçin mi?
Elif Yakut
“Bizimkisi sınırda ufak bir kasaba, bazen bu tarafta ve bazen diğer tarafta, ama daima sınırda… Buradan geçip, daha eski bir yere doğru yol alırken, daha güzel veya daha önemli bir kasabaya, hatırlayacaksınız bizi, kendi çapımızda biz de Avrupa’yız.”
David Greig’in yazdığı Avrupa, ilk kez 1994 senesinde Edinburg’da Traverse Tiyatrosu’nda sahnelendi. Geçtiğimiz Kasım ayında ise Mehmet Birkiye yönetiminde Devlet Tiyatroları’nda gala yaptı.
Avrupa’da bir kasabada, tren seferlerinin iptal edildiği gün, istasyona gelen baba ve kızı, ülkelerindeki savaştan kaçan iki mültecidirler. Yazar, oyunda kasaba halkının yoksulluğunu, çaresizliğini göstermenin yanı sıra, kasabaya gelen mülteciler üzerinden yerli halkın ırkçılığını da görünür kılar.
Oyun, tren sesleriyle birlikte bir istasyonda başlar. Sahnenin sağında küçük bir şef odası, solunda tahta bir bank, bu bankın arkasında da merdivenle çıkılan bir kule bulunur. Toplamda altı farklı mekan gördüğümüz oyunda, olaylar genellikle tren istasyonu ve barda geçer. Şef odası ve bar gibi dekorların altındaki küçük tekerlekler, karanlıkta mekan değişimini kolaylaştırır. Sahne geçişleri tren sesleriyle sağlanır. Dolayısıyla bu ses seyircinin ‘yolculuk’ fikrini hep canlı tutmasına neden olur.
Ömrü babasıyla birlikte yollarda geçen Katia karakteri, bir yere ait olmanın özlemini duyarken, hayatı boyunca kendini bir yere ait hissedemeyen Adele, hep başka yerlere gitmenin hayalini kurar. Yolları terk edilmiş bir istasyonda kesişen bu iki kadının durumu, Adele’in sözleriyle somutlaşır: “Sen evini kaybettin, bense hiç sahip olmadım. Yani ikimiz de sürgündeyiz.” Oyunda gitmek ve kalmak iç içe geçer; ‘kurtuluşun’ tam olarak nerede olduğu hep bir muğlaktır. Yerli halkın bir kısmı işlerini kaybedince mültecilere karşı nefret ve kin besleyip, kalıp onlara karşı mücadele etmek gerektiğini düşünürken, bir kısmı da gitmeyi ve başka yerde zengin olmayı düşler.
Avrupa’da bir kasabada, tren seferlerinin iptal edildiği gün, istasyona gelen baba ve kızı, ülkelerindeki savaştan kaçan iki mültecidirler. Yazar, oyunda kasaba halkının yoksulluğunu, çaresizliğini göstermenin yanı sıra, kasabaya gelen mülteciler üzerinden yerli halkın ırkçılığını da görünür kılar.
Oyun, tren sesleriyle birlikte bir istasyonda başlar. Sahnenin sağında küçük bir şef odası, solunda tahta bir bank, bu bankın arkasında da merdivenle çıkılan bir kule bulunur. Toplamda altı farklı mekan gördüğümüz oyunda, olaylar genellikle tren istasyonu ve barda geçer. Şef odası ve bar gibi dekorların altındaki küçük tekerlekler, karanlıkta mekan değişimini kolaylaştırır. Sahne geçişleri tren sesleriyle sağlanır. Dolayısıyla bu ses seyircinin ‘yolculuk’ fikrini hep canlı tutmasına neden olur.
Ömrü babasıyla birlikte yollarda geçen Katia karakteri, bir yere ait olmanın özlemini duyarken, hayatı boyunca kendini bir yere ait hissedemeyen Adele, hep başka yerlere gitmenin hayalini kurar. Yolları terk edilmiş bir istasyonda kesişen bu iki kadının durumu, Adele’in sözleriyle somutlaşır: “Sen evini kaybettin, bense hiç sahip olmadım. Yani ikimiz de sürgündeyiz.” Oyunda gitmek ve kalmak iç içe geçer; ‘kurtuluşun’ tam olarak nerede olduğu hep bir muğlaktır. Yerli halkın bir kısmı işlerini kaybedince mültecilere karşı nefret ve kin besleyip, kalıp onlara karşı mücadele etmek gerektiğini düşünürken, bir kısmı da gitmeyi ve başka yerde zengin olmayı düşler.
Sembolik düzlemde sürekli tekrarlanan bir aksiyon ile şiddet ve kötülük oyunun her alanına yedirilmiştir ve her sahnede farklı rolde karşımıza çıkar: Zaman zaman sahneye, birbirine benzeyen ve aynı tipte giyinmiş üç erkek oyuncu tarafından gözlerinden kırmızı ışıklar saçan, dört bacaklı, gri renkli kurda benzeyen bir yaratık çıkarılır. Bu yaratık sahnede kötü bir şey olduğu zamanlarda belirir. Yaratık, sahnedeki herhangi birinin aklından geçen kötü düşünceyi temsil ettiği gibi, terk edilmiş, uzak, ıssız ve kurtlar tarafından ele geçirilmek üzere olan bir kasabayı da temsil eder.
Öte yandan şiddet her yerdedir; kimi zaman bir karakterin sözlerinde, halkın bakışlarında, kimi zaman bir şarkıda ya da tecavüzde… Hatta oyunun Devlet Tiyatroları’ndaki sahnelemesinde ‘yanlış’ sansürleme üzerinden bizim toplumumuza içkin bir şiddet durumu da ortaya çıkar. Örneğin sahnede Berlin karakterinin, karısı Adele’e tecavüz ettiğine tanık oluruz ve bu oldukça açık bir şekilde gösterilir. Oysa iki kadının öpüştüğü bir başka sahne sansürlenir. Bu da toplumumuzun şiddet algısındaki problemli duruşunu açık eder. Adele ile Katya’nın öpüştüğü sahnede önlerine perde çekilir, dolayısıyla akıllara su soru gelir; iki kadının öpüşmesi, tecavüzden daha mı tehlikelidir?
Aynı şekilde sahnelemede uygulanan sansür mekanizmaları da içkin şiddetin emareleridir. Oyunun orijinalinde belirtilen “Yabancılar defolun” yazısı sahnede Türkçe değil de başka bir dilde asılı durur. Dolayısıyla yazı anlaşılmaz ve işlevini yitirir.
Oyunda geçen “Burası Çingenelerin geçici kampı değil!” cümlesindeki Çingeneler yerine ötekileştirmeye, dışlamaya yönelik herhangi bir kelimeyi getirmek mümkündür. Bu da oyuna evrensel bir boyut kazandırır. Ekonomik anlamda zorluklar yaşayan, işlerini daha ucuz paralara mültecilere kaptıran kasaba halkının nefreti büyüdükçe büyür. Oyun sonunda faşizan tavır doruk noktasına çıkar. Bu nefret, cinayeti de beraberinde getirir. Mültecilerin nefret karşısındaki çaresizlikleri de giderek artar.
90’lı yılların Avrupa’sında bir kasabada geçen oyun faşizan tavrı ve ırkçılık meselesini tartışır. Yabancı düşmanlığının ve şiddetin körüklendiği bugün de güncelliğini korur. Ayrıca oyun iyi ya da kötü diye keskin çizgilerle birini diğerinden ayırmaz. Dolayısıyla izleyiciler salondan büyük bir soruyla ayrılır. İzlediğimiz karakterler her gün sokakta karşılaştığımız sıradan insanlarsa, peki bu insanları bu hale getiren şey nedir?
Öte yandan şiddet her yerdedir; kimi zaman bir karakterin sözlerinde, halkın bakışlarında, kimi zaman bir şarkıda ya da tecavüzde… Hatta oyunun Devlet Tiyatroları’ndaki sahnelemesinde ‘yanlış’ sansürleme üzerinden bizim toplumumuza içkin bir şiddet durumu da ortaya çıkar. Örneğin sahnede Berlin karakterinin, karısı Adele’e tecavüz ettiğine tanık oluruz ve bu oldukça açık bir şekilde gösterilir. Oysa iki kadının öpüştüğü bir başka sahne sansürlenir. Bu da toplumumuzun şiddet algısındaki problemli duruşunu açık eder. Adele ile Katya’nın öpüştüğü sahnede önlerine perde çekilir, dolayısıyla akıllara su soru gelir; iki kadının öpüşmesi, tecavüzden daha mı tehlikelidir?
Aynı şekilde sahnelemede uygulanan sansür mekanizmaları da içkin şiddetin emareleridir. Oyunun orijinalinde belirtilen “Yabancılar defolun” yazısı sahnede Türkçe değil de başka bir dilde asılı durur. Dolayısıyla yazı anlaşılmaz ve işlevini yitirir.
Oyunda geçen “Burası Çingenelerin geçici kampı değil!” cümlesindeki Çingeneler yerine ötekileştirmeye, dışlamaya yönelik herhangi bir kelimeyi getirmek mümkündür. Bu da oyuna evrensel bir boyut kazandırır. Ekonomik anlamda zorluklar yaşayan, işlerini daha ucuz paralara mültecilere kaptıran kasaba halkının nefreti büyüdükçe büyür. Oyun sonunda faşizan tavır doruk noktasına çıkar. Bu nefret, cinayeti de beraberinde getirir. Mültecilerin nefret karşısındaki çaresizlikleri de giderek artar.
90’lı yılların Avrupa’sında bir kasabada geçen oyun faşizan tavrı ve ırkçılık meselesini tartışır. Yabancı düşmanlığının ve şiddetin körüklendiği bugün de güncelliğini korur. Ayrıca oyun iyi ya da kötü diye keskin çizgilerle birini diğerinden ayırmaz. Dolayısıyla izleyiciler salondan büyük bir soruyla ayrılır. İzlediğimiz karakterler her gün sokakta karşılaştığımız sıradan insanlarsa, peki bu insanları bu hale getiren şey nedir?
3 Şubat 2018