Belirleyenlere inat…
Fatma Onat
Romanya’dan Gianina Cărbunariu, İskoçya’dan Linda McLean, İspanya’dan Helena Tornero ve Türkiye’den Yeşim Özsoy’un skype sohbetlerinden üretilmeye başlanmış bir proje bu. Çalışmanın devamında ortaya farklı coğrafyaların içinden tanıdık insan halleri, farklı kadın kimlikleri çıkarılıyor. Gelinen noktada karşımıza çıkanlar arasında “ideal evlilik” hayali kuran bir genç kadın, her gün aynı yerde, aynı tempoda verim beklenen çalışan kadın, hayatı karnında taşıdığı çocuğa göre şekillenmeye başlamış hamile karakterin de dahil olduğu dört ayrı hikâye ve sekiz farklı oyun kişisi var.
Hepsi başka sınıflardan, imkânlardan, seslerden konuşan “zor” durumda kadınlarla karşı karşıyayız. Durumları zor çünkü sürekli varlıklarını birilerine, bir yerlere, hatta kendilerine hatırlatmak zorundalar. Küçücük bir sessizlik anı bile onları yok saymaya yetecek kadar etkili olabiliyor. Ses çıkarmaları durumunda duymazlıktan gelinmeleri de olası. Bu imkânsızlıklar içinden, farklı güçte duruşları olanlarla dikkat çekiyor oyun. Bedenini bir devlet dairesine “taşınabilir mülk” olarak kaydetme gayretindeki kadınla, bütün otoriteleri sorgulayan gencin hayata dair itirazları oyunun en güçlü yanları. Bu haller Gülan’ın kurguladığı yapı içinde ironi de barındıran etkisi güçlü durumlara temas eder hale geliyor. Belli ki rejinin de en çok beslendiği karakterler bunlar. Bir yanıyla da oyunun en umutlu anlarına işaret ediyorlar. Çünkü en çok onların sesi çıkıyor. Kaba karşıtlıklardan iyi sıyrılmış bir oyun bu. Başörtülü kadının günlük hayatta karşılaştığı önyargılarla, devlet dairesindeki kadının maruz kaldığı arasında bir köprü kurmak derdi gütmüyor. Her baskının baskılanana yaptığı olumsuz etkiyi kendi koşulları içinde biricik bir yerden kurmaya çalışıyor. İçerik olarak kesiştirmek derdi gütmediği hayatları biçimsel olarak iyi bir biçimde birleştirip ayrıştırıyor. Buralarda Gülan’ın yönetmenlik becerisi dikkate değer. Siz oyunu izlerken farklı ülkelerden hikâyeler duyar gibi hissetmiyor, anlatılanları bu coğrafyanın biricik meseleleriymişçesine tanıyarak izliyorsunuz. Fakat bilindik meselelerin gittikçe kabul edilir durumlara dönüşmesinin hayattaki tehlikesini sahnede başka türlü dönüştürme marifeti var oyunun. Yani “sıradan” olanın haklılık kazanmaması, bilindik olanın kabul görülesi olmaması, herkesin birbirinin farklısından ürkmesinin, gündelik hayatın faşizminin içselleştirilmesinin normal sayılmaması gerektiğine varılmaya çalışılan bir yerden ilerliyor oyun. Fakat bu ilerleyiş yer yer hayatları toparlama, eksikleri tamamlama, üretimine gerektiğinden fazla anlam yükleme handikapına da dönüşüyor. Oysa hayat ne bu kadar toparlayıcı ne de bu kadar tamamlayıcı yaklaşıyor insanlara. Estetiği daha iyi bir noktaya taşıyacak olan, hikâyeleri söz konusu dağınıklığın içinde görünür kılıp, toparlayıcılık misyonu üstlenmemek olmalıydı sanki. Söz etmeye çalıştığım dağınıklık, oyunun içeriğini ve biçimini parçalı bir yapıda bırakıp basitliğe indirgemek değil elbette. Karakterleri derinleştirmekle hikâyeyi bütünleştirmek arasında bir kopukluk yaşanmış gibi. Zaten belirttim ya oyunun yapısı içinde bütünlüklü bir hikâye oluşturmak, karakterlerin hayatlarını içiçe geçirmek derdi yok. Sahneye uygun estetik bir form yakalayıp dört ayrı hikâyeyi tematik bir kurgunun parçası yapma özeni, becerisi var. Fakat bu beceri hikâyelerdeki karakterlerin yaşamlarının başlangıç ve bitiş çizgisini kurmak çabasına dönüşünce niyetlenen anlam üretiminin dışına da çıkma riski doğmuş oluyor. Oyun tam da bu noktalarda seyir zevkini düşürüp kendi fazlalıklarını oluşturuyor. Böylece ilk çeyreklerin coşkusunu bütüne yaymayı başaramıyor. Oyuncuların hepsi sahnede oldukları şeyin farkındalığıyla varlar. Oyunun gerçekliğiyle, toplumsalın gerçekliğinin bilincinde, yabancısı olmadıkları bir kurmacanın içinde gezdikleri izlenimi oluşturuyorlar. Zihinlerdeki o belirlenmişliğin maruz kalana neler hissettirdiğini deneyimlemiş bir yerden varlık gösteriyorlar. Tabii bu deneyim onları yanılsamacı bir yere konumlandırmıyor. Tersine, bir temsilin içinde olduklarını hissettiren bir yerden kuruyorlar karakterlerini. Bu da oyun için seçilmiş biçimi ortaya koyuyor zaten. Karakterlerin ayrıştırıcı özellikleri, anne figürlerinin istemeden de olsa baskılayana hizmet etme halleri, sürekli kaybettirilmeye çalışılan “kendi”yi bulma çabası, sorgulayanın herkeslerden tokat yemesi oyunun akılda kalan diğer karakteristik ögeleri. Öyle ya da böyle var olanın kendini var etme çabası bu dünyanın bir paradoksu olarak sürekli kendini yenileyip durmakta. Kimbilir, belki de bilinmeyen bir yerde böyle bir çabaya ihtiyaç duyulmayacak bir dünya kurulmakta. Berabercek gidebilmek dileğiyle. |
Kadının sükunetine, hareketine, mutluluğuna, hüznüne, cehennemine, cennetine bakınca, aşina olunmayan bir fotoğraf görmek olası değil artık. Her şey kötü bir belirlenmişlik içinde ilerleyip duruyor. İnsanın itarazı, çığlığı bile bu belirlenmişliğin bir parçası sanki. Uyanılamayan bir kabus gibi. Galata Perform’dan Yeşim Özsoy Gülan’ın geçtiğimiz tiyatro festivali için tasarladığı özel bir proje olan ‘Aşk ve Faşizm’in yoğurduğu malzeme, biraz da bu belirlenmişliğin tehlikeli sularındaki kanıksama üzerinden oluşturuyor hamurunu. Uyanılamayan, gündelik bir hal alan o kabusun her sınıftan, kültürden kadını içine çektiğini hatırlatıyor. Aşk ve Faşizm Yazan: Gianina Carbunariu, Linda McLean, Yeşim Özsoy Gülan, Helena Tornero Yöneten ve Kurgulayan: Yeşim Özsoy Çevirmenler: Semra Selim (Romence), Ferdi Çetin (İngilizce), Pınar Savaş (İspanyolca) Oyuncular: İncinur Daşdemir, Evrim Doğan, Enginay Gültekin, Burcu Halaçoğlu, Elif Ongan Tekçe, Sanem Öge, Özlem Saraç ve Selin Zafertepe |
Nisan 2015'te Halkbank Kültür Sanat'ta yayınlanmıştır.