Olağan tatsız hayat
Fatma Onat
Hayatın gerçeğini mesele edip sahne üzerine konulan işi klasik bir televizyon dramasından ayırmak isteyenlerin bu ayırt edici öğeleri seyirciye de hissetirebilmesi önemli. Yoksa geriye “o an”ın içinde etki bırakan, göz yaşartıcı bir öykü dinlemiş olmaktan öte bir sonuç çıkmayabilir. İkincikat Tiyatro'nun “Savaş ve Barış Oyunları” temasıyla bu yaza özel hazırladığı dört oyunluk projenin ilk ayağı olan “Aynur Hanım'ın Bebeği”ni izlerken biraz biraz böyle şeyler geçiyor insanın kafasından. Oyun, bir ölümün ardından gelinen evde geçmişle yüzleşme, şimdiye uyanma hikâyesi. Aynur Hanım'ın kızı Nur, Nur'un kocası, emektar Hasibe ve Hasibe'nin yerine evde bulunduğu söylenen genç kadının dahil olduğu bir dünya bu. İçinde şiddeti, vefasızlığı, önyargıları, vicdanı, gösterişi, sadakati, duyarsızlığı ve çatışık bir sürü duyguyu barındıran bir dünya. Herkes kendi haklılığının, düzeninin peşinde.
Mekân tadilat halinde bir boş ev. Oyunun atmosferini bu boş evin soğukluğunu, yerleşiksizliğini, karmaşasını yansıtmak üzerinden kurmuş yönetmen Oğuz Arıcı. Jelatinle kapladığı dünyanın içine yine taşınmaya hazır uzunca bir masa yerleştirmiş. Belki de hep kalabalıkları ağırlamış ya da arzulamış bir masa bu. Oyunun alanını genişleten, karakterleri dinlemeyi kolaylaştırıyor bir dekora da dönüşüyor. Bir yanıyla oyunun çözümlemeleri hep bu masa etrafında gerçekleşmekte. Oyunun atmosferinde her an bir yerlerden birileri çıkacak, boyacı, tesisatçı, temizlikçi ortalığı ayağa kaldıracak duygusu var yer yer. Bu duygu, oyunu kalabalıklaştıran, sesi arttıran bir yere taşıyor. İncelikli, güçlü duygulara karşılık gelecek durumlar bulmakla ilgili sıkıntısı olmayan bir yazar olduğunu gösteriyor Murat Mahmutyazıcıoğlu. Bu noktada diğer oyunları Fü ve Şekersiz'den olumlu anlamda farklı bir yerde duran bir oyun “Aynur Hanım'ın Bebeği”. En azından o oyunlarda yeteri kadar ortaya çıkaramadığı derinlik duygusuna bu metinde bir tık daha yaklaşmış, ama bu derinliğin katmanlarını hissetmek, dramatik metnin sahneyle uyumuna ikna olmak o kadar da kolay değil. Bir tiyatro oyunu yerine dokunaklı bir televizyon draması izlediğimizin ayırdına vardıracak aralıklar arıyoruz oyun boyunca. Mahmutyazıcıoğlu çokça konuşan bir metin üreterek bir yanıyla teatral alanı daraltıp söze yönelik bir yapı kurmuş bu oyununda. Kim olduğunu, ne olmaya çalıştığını tekrar tekrar belirtmeye çabalayan; öfkesini, korkusunu olağanlaştıramamış karakterler, diyaloglar içine eklemlenememiş toplumsal arka planla oluşturulmuş bir metin bu. |
Olağanın içinde, gündeliğin arasında acımasız, kaba, yıkıcı olanı belirtmek yerine; acımasızın, kabanın, yıkıcı olanın içine gündeliği yerleştirmeye çalışıyor oyun. Olağan bir cümle bir an olağanüstü bir durumun cümlesine dönüşüveriyor hemen. O noktada bildik, ama ayrıksı bir meselenin içinde geziyormuşsunuz duygusu oluşuyor. Sanki ne görüyorsak onu söyleyen karakterler var karşımızda. Oysa tam da ne görüyorsak o olmayan hayatla muhatabız oyun boyunca. Aynur Hanım'ın Bebeği
Yazan: Murat Mahmutyazıcıoğlu Yöneten: Oğuz Arıcı Oynayanlar: Haydar Köyel, Neslihan Arslan, Canan Atalay |
Karı kocanın genel tavrı ve oyunun söyleminin vaziyeti olağan bir şekilde taşıyacağı yer sürekli imlenerek, tekrar tekrar cümleye dökülüyor. Konuşmalar dinlendikçe akıcı diyaloglardan öte fazlalığı bol, cümlesine kıyamamış bir oyun çıkıyor karşımıza. O noktada bu kadar söze ne gerek vardı diye düşünmeden edemiyor insan. Oysa zaten söz ve hareket birliğinin bize anlatacağı çok şey var sahne üzerinde. Ki oyun yer yer bunları gayet başarılı bir şekilde gerçekleştirebiliyor. Örneğin adamın karısının elinden elmayı alırkenki tavrı o kadar çok söz söylüyor ki. Siz o an öfkenin, şiddetin yeri gelince şefkat altına gizlenme hinliğine net bir tanıklık ediyorsunuz. Böyle böyle durumlar, sessiz ifadeler, organik davranışlar arıyor insan seyir sırasında. Yani olağanın içinde, gündeliğin arasında acımasız, kaba, yıkıcı olanı belirtmek yerine; acımasızın, kabanın, yıkıcı olanın içine gündeliği yerleştirmeye çalışıyor oyun. Olağan bir cümle bir an olağanüstü bir durumun cümlesine dönüşüverebeliyor. O noktada bildik, ama ayrıksı bir meselenin içinde geziyormuşsunuz duygusu oluşuyor. Tam farkındalığı yüksek, özel bir an yakalayacağınız anda bir bilmişlik, sözünün altını çizme durumuyla karşılaşıyorsunuz. “Bunlar her evde olan şeyler” oyunun söylemi olarak kendini karakterlerin tavrında varedebilecek imkâna sahipken oyun boyunca birkaç kez tekrarlanan eğreti bir cümleye dönüşüveriyor. Sanki ne görüyorsak onu söyleyen karakterler var karşımızda. Oysa tam da ne görüyorsak o olmayan hayatla muhatabız oyun boyunca.
Anlatım biçiminin yöntemiyle ilgili hissedilen olumsuzluklara taşıyan şeylerden biri de oyunculuk üslupları. Özellikle Neslihan Arslan'ın seyirciye yönelik oyunu sizi tamamen oyunun karakterleri arasındaki iletişimden uzaklaştırıp başka bir boyuta taşıyor. O boyut ise daha artistik, gösterişçi bir yere evriliyor. Zaten oyundaki üç karakterin aynı zeminde farklı oyunlar kurduğunu söylemek mümkün. Yönetmen bu farkındalığı karakteristik bir ayrışmaya taşımaya çalışsa da, oyuncuların üslupları takımdan ayrı düz koşu duygusu yaratıyor. Adam fazla doğal, kadın fazla artistik, genç kadın fazla karikatürize. Canan Atalay yer yer bir korku öğesine dönüşen çokça da komedi unsuruna evrilen bir genç kadın olarak var karşımızda. Karakterin varlığının mental olduğunu vurgulamak için gösterilen çaba fazla gibi. Oysa bu kadar eğreti bir boyut katmak yerine “normal”leştirilmesi daha organik bir yapı kurulmasına da olanak verirdi. Bu durumlar sonucunda karakterlerin düşünsel ve duygusal farklılıkları yerine biçimsel farklılıkları daha çok dikkat çekiyor. Oyun, akıcı bir seyir, güçlü bir etki bırakma imkânını “an”a karşılık gelen duygusallıklar yaratarak çarçur etmiş oluyor.
Bir de keşke oyunun açılışına ve önemli anlarına karşılık gelen telefon sahneleri tek başına anlara değil de oyundaki arka plan bir akışa dönüşseydi. Karakterin ortaya çıkması açısından önemli konuşmalar bunlar, fakat tek başına altından kalkılması zor sahneler. Önde devam eden bir oyunun fonuna dönüşmesi durumunda ortaya daha güçlü anlar çıkabilirdi. Belki bu durumda Haydar Köyel oralarda sarfettiği çabayı karakterinin derinliğini yakalamak noktasında gösterebilirdi. Ağzından çıkan cümlelerin nasıl da kemikleşmiş hasarlı niyetler olduğunu, karakterinin yüzeyde bir kabalıktan öte bir derinliğe sahip olduğunu seyirciye daha güçlü hissettirebilirdi. “Aynur Hanım'ın Bebeği”, çokça şeyi kavramış, ama üretime dönüşürken yapısını güçlü kuramamış bir oyun olarak çıkıyor karşımıza.
Bir de keşke oyunun açılışına ve önemli anlarına karşılık gelen telefon sahneleri tek başına anlara değil de oyundaki arka plan bir akışa dönüşseydi. Karakterin ortaya çıkması açısından önemli konuşmalar bunlar, fakat tek başına altından kalkılması zor sahneler. Önde devam eden bir oyunun fonuna dönüşmesi durumunda ortaya daha güçlü anlar çıkabilirdi. Belki bu durumda Haydar Köyel oralarda sarfettiği çabayı karakterinin derinliğini yakalamak noktasında gösterebilirdi. Ağzından çıkan cümlelerin nasıl da kemikleşmiş hasarlı niyetler olduğunu, karakterinin yüzeyde bir kabalıktan öte bir derinliğe sahip olduğunu seyirciye daha güçlü hissettirebilirdi. “Aynur Hanım'ın Bebeği”, çokça şeyi kavramış, ama üretime dönüşürken yapısını güçlü kuramamış bir oyun olarak çıkıyor karşımıza.
Ağustos 2015'te Halkbank Kültür Sanat'ta yayınlanmıştır.