Silo Theatre’dan Arzu Tramvayı: Ev, Bavul, İstasyon ve Diğerleri
Fatma Onat
Hayata tahammül bir takım yanılsamalara kapılmaya neden olabilir, ya da bir takım hakikatlerle başetme yöntemi bir sihre kapılmaya yol açabilir bazı karakterler için. Kendini kandırma, oyalama, oyun, marifet, aptallık, güç, delilik, zeka... Farzedelim, adına her ne derseniz o olsun Tennessee Williams’ın Arzu Tramvayı’ndaki Blanche’ınki, ama deyip de çekilmek, nedensizleştirmek kocaman bir haksızlık karakterlere, hele de söz konusu iyi oyunların özenle yaratılmış “insan” karakterleriyse. Silo Theatre’ın Arzu Tramvayı bu haksızlığı yapmayan sahnelemelerden biri olmuş. Hayalkırıklığı, önyargı, şefkat, ihtiyaç, çatışma, kompleks, erkeklik, göçmenlik, tükürülenler, yoksul dayanışması, Blanche, Stanley, Stella. Okunası çokça katmanı olan bir tekstin ağırlığının altında kalmadan çalışılmış. Ancak belli risklerin üstesinden gelmek noktasında bir takım sıkıntılar görmek mümkün.
Auckland’ın dikkate değer tiyatro topluluklarından birisi Silo Theatre. Bu yıl 20. Yaşını kutlayan ekip, üretimleriyle Auckland’daki çağdaş tiyatro toplulukları içinde önemli bir yere sahip. Şu an Yeni Zelanda’da tiyatro sezonunun ortası yaşanmakta. Tıpkı bizdeki gibi, sezon mantığı öyle katı bir disiplinin içine sıkıştırılmıyor artık. Sezon başında başlayan oyunlar kadar Arzu Tramvayı gibi sezonun ortasında prömiyer yapan oyunlar da var.
Shane Bosher’ın sahnelemesinde temsili mekan tasarımı, kullanışlı bir alan yaratılmasını da sağlamış. Oyunun sahnelendiği Q Theatre zaten Stella ve Stanley’nin yaşadığı sokağa imleyecek bir fiziksel yapıya sahip. Karakterlerimizin giriş katında yaşadığı, iki katlı evlerin bulunduğu sokak sahnenin balkon kısmını da içine alan bir biçimsellikle vurgulanınca, oyunun atmosferi hemen yakalanıyor. Sahnenin zemini, karakterlerimizin evinin tamamını içine almakta. Söz konusu evin içinde banyo, yalnız kalınabilecek tek alan. Bu noktada sembolik ayrıştırmalarla sahnenin alanı büyütülürken, karakterlerin yaşadığı dar alanın vurgusu da yapılabiliyor. Odanın ortasında öylece kalan bavul, geldiği eve sığamayan, sığdırılamayan bir karakterin ruhsal temsili olduğu kadar, yaşanılan alanın yeni bir hayatı içine alamayacak kadar dar olduğu gerçekliğini de ortaya koyuyor.
Auckland’ın dikkate değer tiyatro topluluklarından birisi Silo Theatre. Bu yıl 20. Yaşını kutlayan ekip, üretimleriyle Auckland’daki çağdaş tiyatro toplulukları içinde önemli bir yere sahip. Şu an Yeni Zelanda’da tiyatro sezonunun ortası yaşanmakta. Tıpkı bizdeki gibi, sezon mantığı öyle katı bir disiplinin içine sıkıştırılmıyor artık. Sezon başında başlayan oyunlar kadar Arzu Tramvayı gibi sezonun ortasında prömiyer yapan oyunlar da var.
Shane Bosher’ın sahnelemesinde temsili mekan tasarımı, kullanışlı bir alan yaratılmasını da sağlamış. Oyunun sahnelendiği Q Theatre zaten Stella ve Stanley’nin yaşadığı sokağa imleyecek bir fiziksel yapıya sahip. Karakterlerimizin giriş katında yaşadığı, iki katlı evlerin bulunduğu sokak sahnenin balkon kısmını da içine alan bir biçimsellikle vurgulanınca, oyunun atmosferi hemen yakalanıyor. Sahnenin zemini, karakterlerimizin evinin tamamını içine almakta. Söz konusu evin içinde banyo, yalnız kalınabilecek tek alan. Bu noktada sembolik ayrıştırmalarla sahnenin alanı büyütülürken, karakterlerin yaşadığı dar alanın vurgusu da yapılabiliyor. Odanın ortasında öylece kalan bavul, geldiği eve sığamayan, sığdırılamayan bir karakterin ruhsal temsili olduğu kadar, yaşanılan alanın yeni bir hayatı içine alamayacak kadar dar olduğu gerçekliğini de ortaya koyuyor.
Bu sahnelemede tekstin uyandırdığı etkinin dışında, karakterin melankolisini dağıtma yoluna gidilmiş. Bu riskli, ama güçlü bir girişim olarak görülebilir. Riskli, çünkü oyunun komiği, dramını bazı noktalarda gölgeliyor gibi. Mizahi yaklaşımların özellikle de Blanche karakterlerinin trajedisine haksızlık ettiği duygusu oluşabiliyor. Aslında bu seyircinin refleksinden de kaynaklı olabilir. Blanch’ın ıstırap anlarından bazıları seyircinin kahkahasıyla bölünüyor mesela. Trajedinin ele alınış biçimiyle ilgili bir denge kaymasından söz etmek mümkün bu noktalarda. Ancak güçlü bir girişim, çünkü karakterin çırpınışını, bir sihre kapılarak kaybetmeye çalıştığı gerçeğini bu melankolik çalkalanmayla daha belirgin hale getirmeyi beceriyor. Blanche’ın ironisiyle, hakikati örtme arzusunu biraz daha görünürleştiriyor. Acınası bir yerden anlaşılası bir yere taşıyor.
Duygusal reflekslere gerçekçi bir boyut katmaksa biraz bozuyor oyunu. Blanche hastaneye götürülürken, ablasının fiziksel aksiyonla hissettirdiği duygusal süreci gerçekçi nidalara dönüştürmek oyunun kendi ritmini bozuyor ki bu durum birkaç yerde daha oluyor. Ağlamak, gülmek noktasında oyuna eklemlenemeyen durumlar mevcut. Söylemeye çalıştığım, oyunun gerçekçi dünyasıyla karakterlerin temsiliyeti arasında bir uyum yakalamaya çalışırken “temsil”i kaybedip “gerçekçi” boyuta yaklaşıldığı noktaların bu sahnelemeye iyi gelmediği. Bir yanıyla yapıştırma ya da fazlalık olarak da hissedilebiliyor.
Oyunun “arzu”dan kaynaklı oluşan gerilimi içinde Blanche ile Stanley arasındaki çatışma ortaya konulurken, kültürel ve sınıfsal olanı görebilmek çok mümkün olmuyor. Oysa Blanche’ın bu çatışma içinde Stanley’de olmayanla baskı kurma çabası da var. Buraları çok hissedememek benim seyir deneyimimle, belki de üç saatlik sahnelemenin belli noktalarında oyundan kopmamla ilgisi olabilir. Bu noktada dramaturjik bir makaslamanın oyuna artı getirebileceğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Bu tekstte dikkate değer olan bir şey daha var ki, o da Stanley’nin Blanche'da neredeyse karakteristik bir özellik olarak değerlendirilebilecek arzuyu kendi üzerine alınma problemi. Sahnelemede “erkeklik”, varlık gösterme, ezme, meydan okuma zemini olarak ortaya seriliyor. Yıkıcı çokça eylemin altından erkekliğin, ahlaki ikiyüzlülüğün çıkması oyunun kaybetmediği önemli katmanlardan biri olarak sahnelemeyi önemli kılıyor. Psikolojik gerilimin taşıdığı kaba kuvvetin sınırsızlığı ve yıkıcılığı “bir evin gündeliği” içinden sızdırılıyor. Blanche’in ipeksi tavrıyla, çarptığı hakikati ikili bir karşıtlığa dönüşmeden veriliyor. Bu olumlu koşulları sağlayan önemli faktörlerden biri de Blanche’ı canlandıran Mia Blake’in karaktere yüklediği canlılık. Karakterin çokça bedbaht ruh haliyle, oyuncunun dinamizmi güzel bir işbirliği koyuyor ortaya. Hakikatin sihre bulandığı bir noktada karakterin kanlı canlı bir insan olduğu hissini vermesi, bütün travmalarına rağmen yeni bir yaşam kurma arzusunun da hissettirilmesi kıymetli. Özellikle de Mitch ile kurulan ilişkisinde ahlak anlayışına getirilen eleştirel yaklaşımı görebilmek de önemli bu oyunda. Hele de söz konusu kadının arzularıysa, olduğu gibi davranmaktan çekinerek, olması gerektiği gibi davranmak zorunda kalanların dünyası bu. Herkes bulunduğu kara parçası üstünde kendi ikiyüzlülüğünü inşa ederken, trajediden payını alan karakterlerin dünyasının birkaç saatlik bir özeti gibi oyun.
Silo Theatre / Auckland
24 Ağustos - 16 Eylül 2017
Duygusal reflekslere gerçekçi bir boyut katmaksa biraz bozuyor oyunu. Blanche hastaneye götürülürken, ablasının fiziksel aksiyonla hissettirdiği duygusal süreci gerçekçi nidalara dönüştürmek oyunun kendi ritmini bozuyor ki bu durum birkaç yerde daha oluyor. Ağlamak, gülmek noktasında oyuna eklemlenemeyen durumlar mevcut. Söylemeye çalıştığım, oyunun gerçekçi dünyasıyla karakterlerin temsiliyeti arasında bir uyum yakalamaya çalışırken “temsil”i kaybedip “gerçekçi” boyuta yaklaşıldığı noktaların bu sahnelemeye iyi gelmediği. Bir yanıyla yapıştırma ya da fazlalık olarak da hissedilebiliyor.
Oyunun “arzu”dan kaynaklı oluşan gerilimi içinde Blanche ile Stanley arasındaki çatışma ortaya konulurken, kültürel ve sınıfsal olanı görebilmek çok mümkün olmuyor. Oysa Blanche’ın bu çatışma içinde Stanley’de olmayanla baskı kurma çabası da var. Buraları çok hissedememek benim seyir deneyimimle, belki de üç saatlik sahnelemenin belli noktalarında oyundan kopmamla ilgisi olabilir. Bu noktada dramaturjik bir makaslamanın oyuna artı getirebileceğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Bu tekstte dikkate değer olan bir şey daha var ki, o da Stanley’nin Blanche'da neredeyse karakteristik bir özellik olarak değerlendirilebilecek arzuyu kendi üzerine alınma problemi. Sahnelemede “erkeklik”, varlık gösterme, ezme, meydan okuma zemini olarak ortaya seriliyor. Yıkıcı çokça eylemin altından erkekliğin, ahlaki ikiyüzlülüğün çıkması oyunun kaybetmediği önemli katmanlardan biri olarak sahnelemeyi önemli kılıyor. Psikolojik gerilimin taşıdığı kaba kuvvetin sınırsızlığı ve yıkıcılığı “bir evin gündeliği” içinden sızdırılıyor. Blanche’in ipeksi tavrıyla, çarptığı hakikati ikili bir karşıtlığa dönüşmeden veriliyor. Bu olumlu koşulları sağlayan önemli faktörlerden biri de Blanche’ı canlandıran Mia Blake’in karaktere yüklediği canlılık. Karakterin çokça bedbaht ruh haliyle, oyuncunun dinamizmi güzel bir işbirliği koyuyor ortaya. Hakikatin sihre bulandığı bir noktada karakterin kanlı canlı bir insan olduğu hissini vermesi, bütün travmalarına rağmen yeni bir yaşam kurma arzusunun da hissettirilmesi kıymetli. Özellikle de Mitch ile kurulan ilişkisinde ahlak anlayışına getirilen eleştirel yaklaşımı görebilmek de önemli bu oyunda. Hele de söz konusu kadının arzularıysa, olduğu gibi davranmaktan çekinerek, olması gerektiği gibi davranmak zorunda kalanların dünyası bu. Herkes bulunduğu kara parçası üstünde kendi ikiyüzlülüğünü inşa ederken, trajediden payını alan karakterlerin dünyasının birkaç saatlik bir özeti gibi oyun.
Silo Theatre / Auckland
24 Ağustos - 16 Eylül 2017
Yöneten
Shane Bosher
Oyuncular
Mia Blake, Morgana O'Reilly, Toni Potter, Ryan O’Kane, Fasitua Amosa, Mark Ruka, Nicole Whippy, Arlo Green
Shane Bosher
Oyuncular
Mia Blake, Morgana O'Reilly, Toni Potter, Ryan O’Kane, Fasitua Amosa, Mark Ruka, Nicole Whippy, Arlo Green