Kör İdeoloji ve Aygıtlarıyla Ekmek Parası Peşinde
Sinem Öztürk
Marx, kapitalizmi, bir kâr parçasının diğerinin zararına olduğu bir güç hiyerarşisi olarak inceler. Kapitalizmin analizini yaparken, kapitalizmi yaşayan toplumların bir kriz yaşayacağını ve buradan komünizme geçileceğini iddia eder.
Çağdaş Alman Tiyatrosu kadın yazarlarından, Gesine Danckwart ‘ın, Ekmek Parası oyununu, kapitalizm ve yabancılaşma kavramlarıyla ele alacağım. Bu iki kavramın yarattığı sorunların, bunalım eşiğindeki insanın, bilinç (dışı) akışının bir yansıması şeklinde zuhur eden oyunda nasıl işlendiğini ifade etmeye çalışacağım.. Marx, sanayileşmenin eşiğinde, bir takım tespitlerde bulunmuştur. Bu tespitlerin merkezi, kapitalizmin sürecidir. Kapitalizmin, sanayileşmiş, sanayileşmeye geçmiş ülkelerde ortaya çıkacağından ve sürecin içinde bir volkan gibi patlayacağı ve bu patlamayla geçilecek yeni sistemden bahseder: Sosyalizm. Sınıfsız toplum… Sosyalizm mekanizmasının ilerlemesi ve komünizm ile son noktaya gelinmesi… Marx, kapitalizmi bu süreç içinde değerlendirip, bir gün mutlaka biteceğini ve işçi sınıfın egemenliğine geçileceğine dair bir tespitte bulunmuştur ve Marxizm de buna olan inançtan doğan ideolojik bir inanıştır. Marx tarihsel süreçte geleneksel feodal yaşamdan, sanayileşmeyle birlikle modern topluma geçişin öngörüsünü yapmış, tarihsel süreci anlatmış ve aslolan devrimin nasıl gerçekleşeceğine dair de bir takım yöntemler göstermiştir; bilinç yükseltme, kutsal aile yalanının son bulması vs. ‘Kapitalizm; kâr, ezen ezilen ilişkisinden doğar, sürekli üretim güdüsünde olduğundan yıkıcıdır. (Savaş ekonomisi kapitalizmin kendini en iyi yaşadığı yerdir) ve yıkılmaya mahkumdur, çünkü kaynaklar bitecektir’ İşte tam da bu noktada, bir takım eleştiriler gelmiştir. Bu eleştirilerden birisiyse Adorno’ya aittir. Adorno’ya göre kapitalist üretim güçlerinin özgür bir yola götüreceği yolundaki Marksist inanç bir yanılsamaydı… Kapitalizmden kurtuluş neredeyse imkânsızdı. Marx’ın süreci anlatımı fevkalade kusursuz görülür. Fakat son raddede kapitalizmin bir gün biteceğine inancı, kimilerine göre umut, kimilerine göreyse pembe bir yalandır. Sanayi Devrimiyle, gerçek şeklini alan kapitalizm, bir canavara dönüşmeden evvel son anlarını yaşamaktaydı, bir yandan da Adorno’nun adına Kültür Endüstrisi, diyeceği bir endüstri peyda olmaktaydı… Kimilerine göre kırmızı dudaklar, ince, naylon çoraplar, parfümler, markalar, pornografik tüm göstergeler… Futbol, moda, şarkıcılar vs.ler… Bir yandan, Sanayi Devriminin, acı farkındalığını yaşayan işçi sınıfının ortaya çıkışı, tam karşısındaysa, işçi sınıfını tahakküm altında tutmaya çalışan diğer sınıflar; burjuvalar ve patronlar sınıfı. Acımasız bir hiyerarşi… Bundan sonrasıysa, burjuva ahlakının endüstrileşmesi… Üretimin ve piyasa arzının buradan şekillenmesi. İşçi, kendisine hiç bir zaman ait olmayacak bir takım şeylerin üretimininde çalışır. Üretim araçları hiç bir zaman işçinin eline geçmeyecektir. Ürettiği şey ne kadar yaygın kullanılırsa, o derecede fakirleşir. İşçi sürekli emek vererek üretir, üretir. Ürettiği şeye asla sahip olamamak, emeğine yabancılaşmasını sağlayacaktır. Artık emek, ayaklar altındadır… Para ile ölçülmesinin bile etik bulunmadığı emek… Kapitalizm tek taraflı bir olgu da değildir kuşkusuz. Onu besleyen birçok şey gibi farklı yerlerden, şeylerden hayatımızı sarmış koca bir endüstri; televizyon, alışveriş mekanizması, tüketmek üzerine kurulmuş yeni sistem. Sistemin içinde kalmaya boyun eğenlerdenseniz, mutlaka yapmanız gereken şeyler vardır bu süreçte… Siz daha özel, daha güzelsiniz aldatmacasının içinde özne ve nesne meselesi… Sistem bir yandan sizi özel ve biricik göstermeye çalışırken diğer taraftan nesneleştirmekte hatta metalaştırmaya çalışmaktadır. Foucault, bu durumu, Özne ve İktidar’da uzun uzun açıklamıştır. Öznenin varlığı, nesneyi doğurur ve onu yerle bir eder. Daha da kötüsü, bu bakış bir kültür bilinci olarak zihnimize işler… Biz izleyen, bakan, görenler olarak özneyizdir… Karşımıza aldığımız herhangi bir şey, bizim nesnemiz olmaya mahkûmdur. Kendimizi, ancak böyle iyi hisseder ve uydurma bir özgüvenle daha da beter hale geliriz. Foucault, Özne ve İktidar’da, ‘polis’ örneğiyle durumu açığa çıkarmıştır. Şöyle ki; siz sıradan bir insansınız ve yolda yürürken polis size, sen! diye sesleniyor. Buraya kadar, siz, sen ile bir özne’siniz. Fakat, siz, o ideolojinin baskı aracı olan polis’in perspektifinden, devletin ya da devlet ideolojisinin nesnesi haline gelirsiniz. Siz, sen olarak değerli ya da özne değilsiniz, siz bu devlete ait, tüm hükümleri kabul etmiş devletin nesneleştirdiklerindensiniz. |
Yazan: Gesine Danckwart Çeviren: Sibel Arslan Yeşilay Yöneten: Güray Dinçol Yönetmen Yardımcıları: M.Özgür Bahçeci, Evrim Şahintürk Reji Asistanı: Dilan Mungan Dramaturji: Oyunbaz Metin Danışmanı: Jule Sievert Işık Tasarım: Mustafa Çiçek Ses Tasarım: Kansu Gül, Anıl Gümüş Işık: Deniz Kılıç Ses: Özgen Kaybaki Dekor-Aksesuar-Kostüm: Oyunbaz Oyuncular: Evrim Şahintürk, M.Özgür Bahçeci, Mustafa Çiçek, Pınar Akkuzu, Sena Taşkapılıoğlu Kornhauser. Genel Sanat Yönetmeni: Abdullah Cabaluz |
‘Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser’ |
Kapitalizm, bunu da kapsadığı gibi, burada anlatmaya ne zamanımızın yeteceği ne de dilimizin döneceği, bir çok yolu kullanmaktadır. Dolayısıyla, her yerden saldırmaktadır. Az sonra bahsedeceğimiz oyundan da örnekleyecek olursak; bir çoraba ihtiyacınız var ve bunu edinmek istiyorsunuz, bir markete ya da bir dükkana, bunu almak üzere giriyorsunuz. Fakat dükkandan çıktığınızda, şanslıysanız, ihtiyacınızın olduğu çorapla birlikte bir çok gereksiz ıvır zıvır alarak geri dönmüş oluyorsunuz. Şanssızsanız çorabı da unutup, bambaşka şeyler alıp çıkıyorsunuz… Çünkü ihtiyacınız olduğunu zannettiğiniz her şey sizi cezbediyor… Ellerimizi, sadece bu gereksiz şeylerle doldurmakla kalmıyor, zihinlerimizi de bunlarla dolduruyoruz. Bunu da, Augusto Boal’in, Arzu Gökkuşağı’nda belirttiği gibi kafamıza yerleştirilen polis ile yapıyoruz. Bir yandan da bu mekanizmaları koruyan kollayan içselleştirdiğimiz denetim mekanizması olan; kafadaki polis ile… Sistem bizi bir yandan kendi maymunu yapmaya çalışırken, sadece tüketmeye sevk etmiyor, o tüketimi otomatiğe çevirecek şeyleri de zihnimize yüklüyor… Sizi, hata yapmadan evvel, (kapitalist devlet ideolojisine göre hata) otokontrol yoluyla, güvence(!) altına alıyor… Kafanızdaki polis siz uyurken bile devrede… Bunun için bu kadar travma yaşıyor, bölünüyoruz… Oyunda da parçalara bölünmüş yapıyla iç dünyası da parçalanmış kişileri ancak bu şekilde anlayabiliyoruz.
Ekmek Parası metnine baktığımızda, mekan ve zamanın belirtilmediği, oyun kişilerininse bir arada mı farklı yerlerde mi olduğunu anlayamadığımız, sadece akan diyalog, bazen monologlarla devam eden, alışık biçimlerin dışında bir yapıyla karşı karşıya geliyoruz. Oyun kişileri; Ulrich, Gala, Ela, Sesam, Nelke. Her biri kendi dünyasında ve sadece konuşuyor, herhangi bir eylem yok. Diyaloglar zaman zaman, birbirlerine karşılık buluyor derken, yine parçalı hal alıyor. Kişiler temelde yalnız, fakat birlikteler… Birinin söylediği, diğerinin çağrışımı olabiliyor ya da biri, diğerinin bilinç dışı…Bazen birbirleriyle konuşuyormuş gibi, bazense tek başına sayıklıyormuşcasına bir akış içinde ilerliyor oyun. Oyunun söylemiyse, çalışmak üzerine… Her çağı ilgilendiren, en önemli meseleyse ekmek parası kazanmanın yolları… Bugünlerden baktığımızda, dünyada vasıfsız işçilik statüsünde sayısız iş olduğunu görüyoruz. Örneğin, bir tişört üretimini ele alalım: Tişört tasarlanıyor, çiziliyor, beğenilecek kurumlara gidiyor, onay alıyor, piyasa araştırması yapılıyor. Kesiliyor, dikiliyor, düğmeleri ya da ayrıntıları ekleniyor, iplikleri alınıyor, son rötuşa giriyor, boyanıyor vs. Birçok işlemden geçiyor. Geçerken birçok istihdamı ‘sahte’ olarak karşılıyor aslında… Buna ekonomide görünmez istihdam deniliyor. Yani değersiz işçilikler… Dolayısıyla bu işleri yapan biri olarak hem vasıfsız işçi statüsünde değerlendiriliyor hem de karın tokluğuna, gerçek anlamda sadece ekmek parasına çalışmış oluyorsunuz. İhtiyaçlar hiyerarşisinde, yemenin en önemli ihtiyaç olduğunu düşündüğümüzde, bu vasıfsız işçilikte çalışan işçilerin gözü de işten atılma tehdidiyle korkutuluyor. Eğer bu özel teşebbüslerde ya da devlet işlerinde aleyhe söz edecek olursanız aç bırakılmakla tehdit ediliyorsunuz. Marx’ın Komünist Manifesto’da en son söylediği söz: ‘dünyanın bütün işçileri birleşin’ meselesi, burada işlemez hale getiriliyor. Ekmek parası kazanmak istiyor ve çalışmak zorunda kalıyoruz, fakat özlemini duyduğumuz işte değil… Ne iş olursa yaparım modunda… İşte, tam da ekmek parası kazanmak zorunda kalmakla birlikte – ve bu çaresizlikle- sisteme istemeseniz de girmek zorunda kalıyorsunuz… Oyununa geri döndüğümüzde, bahsettiğimiz bu yapıyı karakterlerin ağzından da duyacağız. Ve oyun, çok kritik bir kelimeyle başlıyor. GALA: Korkuyorum… Ve tedirginiz. Bundan sonrası, korkunun sebepleri, üstelik ifade edilemeyen sebepleri… ULRICH: Neden? GALA: Tam olarak bilemiyorum. Sadece korkuyorum işte. Evden dışarı çıkamıyorum. Bazen, evet. Sonsuz bir hazırlıkla donanmış olarak. Cüzdanıma davranıp çek defterimi kontrol ettikten, cep telefonumu koyduktan sonra. SESAM: Telesekreter açık mı diye bakıldı, ocak tekrar kontrol edildi, alınacak mektuba bakıldı, radyo açılıp kapatıldı, tuvaletin aşığı açık bırakıldı, dışarıdan dönmemi gerektiren bir şey olursa diye. Dışarıdan geldiğimde kapatmam gereken bir şey olsun. NELKE: Ben azıcık daha düş görmek istiyorum….. ELA: Zaman dursun. Bir beş dakika daha kalayım, günün en güzel dakikaları…. Oyunun giriş cümleleri böyle. Her bir karakter yersiz, zamansız kendi uzamlarında sayıklarken, kimi zaman verdikleri cevaplar kesişiyor. Kelimeler, cümleler, bazen birbirine cevap, bazen soru oluyor, bazense anlam bütünlüğünü sağlayan başka bir cümle oluveriyor. Korkuyorum… Korku duyma hali, bütün karakterlerin durumunu, çağımız insanının durumunu ifade ediyor. Korkuyoruz… Korktuğumuz için sürekli varlığımızı ispatlamak üzere çırpınıyoruz…. Ölüm, yok olma korkusu bile bunun yanında hafif kalacak türden… Temkinliyiz ve bu bize güç katıyor zannediyoruz, oysa bu temkinlilik hali ezberden başka bir şey değil… Örneğin Gala’nın söylediklerine tekrar baktığımızda, Gala, cüzdan, çek defteri, cep telefonu gibi şeylerle var olabiliyor, onlar olmadan kendini güvence altında hissedemiyor. Onlar üzerinde değilse, varlığı şüphe hale geliyor birden. En büyük kabus, onlarsız dışarı adım atmak. Gala gibi, çağımız insanı da, onlara sıkı sıkı sarılıyor ve rasyonel aklını ona göre yönlendiriyor. Herkeste olduğu gibi, Gala’nın da, en büyük paranoyası, burada başlıyor doğrusu. Adımız, mesleğimiz, telefonumuz, evimiz vs.miz dışında, kendimizi tanımlayacak bir alan oluşturamıyoruz. Kendinizi anlatınız, dendiğinde kültürelin tanımladığı, meslek, memleket, soyad gibi aslında bizi, iç dünyamızı anlatmayan yapay şeylerle maskeliyoruz. Böylece, kendimize öylesine yabancılaşıyor, kendimizden öylesine uzaklaşıyoruz ki geri dönüşü olmayan uçurumda bekler gibi bekliyoruz… Hayatımıza kattığımız her yeni şey bizi benliğimizden biraz daha koparıyor. Bir yandan varlıklı hale gelirken diğer taraftan içimiz çürümeye başlıyor, makineleşiyor sonrasındaysa paslanıyoruz. Ve şizofreni de burada başlıyor yine, bunun farkında olmak ve dur diyememek, hangisi doğru hangisi yanlış, ya da hangisi gerçek hangisi yalan, buna bir türlü karar veremiyoruz. Sadece kendi uydurma rasyonel aklımız değil, çevrenin de uydurma rasyonalitesine öylesine kulak veriyoruz ki, adeta hep birlikte aynı akılla çalışan makinalara dönüyoruz… Korkunun sebebi ise belirsizmiş gibi görünse de, öyle olmadığını biliyoruz. GALA: Tam olarak bilemiyorum. Sadece korkuyorum işte. Evden dışarı çıkamıyorum. Evden dışarı çıkamama korkusu… Ev bir sığınak. Dışarı çıktığınızda size gerekli o kadar çok ‘şey’ var ki, ve bu ‘şeyler’ sizi siz yapmaktan alıkoyan, özgürlüğünü kısıtlayan ‘şeyler’. Dışarı çıktığınızda toplumsal maskenizi takıp çıkmanız gerekecek. O maske şizofreninin en önemli malzemesi. Bu ilk replikler bize tüm oyunun yapısını gösteriyor… Parçalı yapı, bir yandan eklektik… Bilinç akışı durumu… SESAM: Ben bir rüyayım. Ben sizin rüyanızım. Ben sizin kâbusunuzum. Tam bir sessizlik… Sesam’ ın, söylediği şeyse tam da, bir mesajın sesidir. Alımlayıcı, sen de oyuna dahilsin aslında. Bir yandan kafa sesi… İrkilten bir mesaj… Bizim rüyamız… Sizin kabusunuz… NELKE: İnsan hemen kendini bırakmamalı. Ben de kendimi bırakmamalıyım, onun için hemen duşun altına giriyorum ve bacaklarımı tıraş ediyorum, çünkü insanın her tarafı bakımlı olmalı. Bu işi markası Yalan Rüzgarı olan o korkunç tüy dökücü kremle yapıyorum. Neden böyle boktan bir adı olan tıraş kremini kullanmak zorunda olayım ki. O diziyi hiç izlemem…. Derin bir umutsuzluğun yalanıdır bakım… İstemeye istemeye, nefret ede ede, ama yine de yapılması zorunlu olan. Ve Nelke bu yalandan bahsederken, yalanın, yalanlığını da görünür kılıyor. ELA: Sessizlik, sonunda sessizlik. Herkes gitti. ……… Ben hala burdayım. İnsan sermayesinin yedektte bekletileniydim. |
Ela’nın çok önemli eleştirilerinden biridir bu, ve bu noktaya gelmişken muhasebe ve tek düzen hesap planında yer alan 257 kodlu Birikmiş Amortismanlar Hesabına bakmamız gerelecek. Baktığımızda karşılaştığımız gerçekse, insanın ne sermayeden ne de bir metadan daha fazla değerli olduğudur. Şöyle ki; bu hesabın işleyiş amacı şudur: Bir işletmede çalıştığınızı düşünün, bu işletme bir fabrika olsun. Bu fabrikadaki tüm makinalar, patronun bilgisayarı, faks makinası, araçlar yani tüm önemli görülen araç gereçlere 5 yıllık yıpranma payı için, mali defterde bunlara zorunlu olan, 5 yıllık bir para ayırır, bunun adı; amortismandır. 5 yıl boyunca bu ücrete dokunulmaz. Ne olur ne olmaz, bir arıza meydana gelirse diye. İşte makinalara ayrılan bu 257 hesabı muhasebede yapılması zorunlu bir yasa gibi kesindir. Peki ya aynı fabrikada yaşayan insan, işçi… Onun yıpranma payı hiç mi yoktur? Bundan bahsedilmez bile. Fakat gayet iyi biliyoruz ki, ağır işte çalışmak değil, ortalama ağır bir işte çalışmak da belirli deformasyonlara yol açmaktadır. Örneğin çok gürültülü bir fabrikada mutlaka en az %35 işitme kaybı yaşarsınız. Ağır eşyalar kaldırmak durumdaysanız, eklemleriniz zarar görür, kaynak makinası kullanıyorsanız, gözleriniz tedavisi zor bir sürece girer, boya gibi kimyasallarla iş yapıyorsanız, ciğerleriniz sizi sadece 10 yıl idare eder… Ve tüm bunlar hiç önemli değildir, değerli makinaların yanında…
‘İnsan sermayesinin yedekte bekletileniyim….’ Der, Ela. Ve böylece geldik yedek akçelere… Yedek Akçe; Yedek akçeler, işletmenin vergi sonrası kalan kısmının, diğer bir deyişle özvarlığındaki artışın, ortaklara dağıtılmayarak, işletmenin bünyesinde bırakılmasıdır. Yani sermayeyi daha da büyütme çabasıdır… Her şey sermayenin makinaların güçlenmesi ve büyümesi için… Peki, insan, işçi… Ela, burada sermeyenin bekletileniyim derken bir insan olma durumundan bahsetmiyor, metalaşmış ve eskiden insan olan bir şeyden bahsediyor. Yani bununla birlikte benliğini yitirmiş, özellikleri kaybolmuş yani bir hiç halinde, akçe olarak yaşamayı sürdürüyor olmak. Çünkü başka çare yok. Farkındalık, bu zulüm sonrası patlamayı cebinde biriktirir. Bu ise olması gereken yerde olmaz. İçinizden isyan edersiniz sadece… Ela’nın bir diğer saplantısıysa temizlik… Sürekli temizlenmek, temizlik yapmaktan bahsediyor, bu da onun bilinçdışı bastırdığı, ötelemeye çalıştığı dünyanın kirliğinin rahatsız ediciliğini simgeliyor gibi. Ulrıch ise sürekli rüyalar ve yanılsamalardan bahsediyor… SESAM: Bilanço çıkarmalı. Bir yerde bir şekilde blanço çıkarmalıyım ULRICH: Çalışmak zevklidir. Burada işe durmadan akan zamanın insanın üzerinde yarattığı baskıyı, sistemin, ekonomik sistemin baskısını görüyoruz. Bir çok yakınma, zorluk yanında, ‘çalışmak zevklidir’ gibi duygusu alınmış, donuk bir cümle… SESAM: Sizin gözünüzde değerim nedir? Kendi gözümde değerim nedir?Bugünkü değerim penny’yle ölçülür… İşte bir değer sorgulaması daha … Değer duyularla ilgili bir kavram gibi görünse de, kapitalizmde çıkış noktası karşılaştırmadır. Değerin varlığını kabul etmek, kimi şeylerin değerli ve kimi şeylerinse daha az değerli olduğunun kabulünü gerektirir. Eğer böyleyse bu karşılaştırmaya ilişkin bir kriterin olması gerekliliği ortaya çıkar. Peki bir şeyi değerli ya da değersiz kılan bu kriter nedir? Temel değer yaklaşımını ele alırsak, Ricardo’nun, çok bilinen emek değer teorisine bakmak gerekir. Burada,değerin kaynağı emektir. Bir malın değeri, o malın, üretiminde harcanan toplam emek saatine eşittir. Bu açıktır ki, tartışmanın, objektif tarafını temsil eder . Ricardo‘nun sermayeyi ölü emek olduğu kabulünden hareketle, şu anki sermayenin, aslında bir önceki üretim sürecinde belirli miktardaki emek ve sermayenin sonucunda oluştuğunu söyleyebiliriz. Tabi teknolojinin tüm süreçlerde aynı kaldığını kabul etmek koşuluyla. ELA: Kasada düşüp bayılacaktı… Bu oyunda hiç kimse bu kapitalist sistemin parçası olduğu için mutlu değil, fakat çaktırmamaya çalışmalarındaki dramatik durum can yakıyor… Her bir karakterin asıl sorunu da bu… Farklı hikayeler, farklı beğeniler ve dolayısıyla elbette farklı karakter özellikleri ve buluştukları nokta; aynı sistemin eleştirisi… Çalışmak ya da çalışmamak iste bütün mesele bu… Dişliye çark olmak ya da olmamak ya da… OLAMAMAK bunalımı… Göz göre göre zamanı yitirmek, göz göre göre, acıyarak yaşamak… Ve birileri gözünüzün içine baka baka; çalışın, çalışın! Çalışmak iyidir, der. Serbest ekonominin faydalarını anlatır iktisat fakülteleri ve sıkça Adam Smith’ den bahseder… Ekonomide ve doğal olaylarda bir düzen olduğunu ve bunun gözlem ve ahlak hissi ile tespit edilebileceğini söyler, Adam Smith ve devam eder; Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler. Ve, ‘Ekonominin üzerinde görünmeyen bir el vardır’ diyor. İşte liberal ekonomi anlayışı, yani kapitalizme yumuşak ve sinsi geçiş burada gizlidir. Bırakın… Rahat olun. Bu yüzden, yani şu yüzden; dünyadaki özellikle Avrupa Ülke ekonomisindeki liberal politika insanları pasifize etmiştir. Bu oyun da Almanya’dan, Avrupa’nın göbeğinden-dir, dolayısıyla dönem ve ülkenin ekonomik ve politik alt yapısı insanı anlamak için bilinmesi gereken öncelikli bilgidir. Bir bırakma vardır, gevşeme… Ekonomi üzerine konuşan; Adam Smith, bir ahlak felsefesi profesörü… Ekonomide ve doğal olaylarda bir düzen olduğunu ve bunun gözlem ve ahlak hissi ile tespit edilebileceğini söyler. Onun, Tanrıya da onun doğasına güvenin yeter, demesi bizi pek şaşırtmaz. İşte tekrar ettiğimiz bu bilgiyle Smith ‘e ve onun nereden nereye varan söylemine baktığımızda her şeyin ahlaka bağlandığı dönemin düzeninden çağımıza geldiğimizde hala etkilerini gördüğümüz ekonomide ahlak politikası en oyalayıcısı, aldatıcısıdır. İşte Marks da insanı bu noktada uyarmak istemiştir. Tanrının, mistisizmin ve dinlerin belirlediği ekonomik bilinç uyurgezer olmaya mahkumdur. İfadesi tam da Smith’in görüşlerine istinaden söylenmiştir. Son olarak oyun kişilerinin bağlantısız gibi görünen sayıklamalarının tam da eleştirdiği şeyin altını çizdiğini görmekteyiz. Anlamın yittiği, günübirlik hayatımızdaki iletişimsizlik ve kopukluğun hüküm sürdüğü, seçmediğimiz fakat sürdürmek zorunda kaldığımız anlamsız hayatımızdan bir kesit. Koskoca bir boşluk ve yine boşuk… Ve bu oyunda, oyun kişilerinin üstünde görünmeyen, bir el var. Bu el, insanları pasifize eden, liberalizm ile birleşen kapitalizm hastalığı… En kötüsüyse bulaşıcı olması… |
22 Ocak 2014