Kötülük, hayat ve sanat - 3
Nazım Sarıkaya
3. ANTİCHRİST’te KÖTÜLÜĞÜN TEMSİLİ
Şimdiye kadar yaptığımız okumada yok sayılan, bastırılan, yasaklanan kötülüğün özünde insana ait olduğunu göstermeye çalıştık. En az iyilik kadar kötülüğün, yapma kadar yıkmanın da insanı var ettiğini savunduk. Bir şey nasıl bir kez yapılabilirse bir kez de yıkılabilir. IŞİD neden özellikle antik kentleri ve sanat eserlerini hedef alıyor? Bu eylemleri gerçekleştirirken yaşadıkları ayinsel hazzı, nasıl coşup kendilerinden geçtiklerini düşünelim… Yaratıcının pozisyonuna soyunuyorlar, O’nun bir defada yoktan var etmesi gibi var olanı bir defada yok ediyorlar. Toplumsal yasalar, din, ahlaki değerler ne kadar yasak getirirse getirsin insan içten içe böylesi bir defaya mahsus olma durumunu, bir anlamda Tanrı olmayı arzular. Hepimizin içinde böylesi bir bomba var ve yapılması gereken onun kontrollü bir şekilde patlatılması. Ahlakı bir kenara bırakıp insandaki kötülüğün varlığını kabul etmek, IŞİD barbarlığını onaylamak demek değildir. Tersine kötülüğü inkar etmek, bastırmak bu tür korkunç sonuçlara yol açacaktır. Örnek filmimiz Antichrist’ın da merkezinde bu bastırma/yansıtma karşıtlığını göreceğiz. İyiliği var eden ve ona karşıt bir kötülük gibi Christ’a (İsa) karşıt bir Antichrist fikri: değerlere karşıt bir karşı-değer. Ancak Lars Von Trier’in derdi toplumun ürettiği bu karşıtlıkta taraf tutmak değil, iyiliği ve kötülüğü var eden dinin, ahlakın vs. kuralların olmadığı doğaya bir tür çağrı. *** Film küçük çocukları Nick’i kaybettikten sonra hayatları alt üst olan bir çifti konu alıyor. Anormal bir yas sürecine giren kadın, psikolog kocasıyla, iyileşmek için Eden ormanına gidiyor ancak aksine daha da kötüleşiyor. Doğa kadındaki kötülüğü açığa çıkarıyor, kocasına türlü işkenceler yaparak sonunda onu öldürmek istiyor. Filmde sadece, karı kocayı (Charlotte Gainsbourg-William Dafoe) görüyoruz: İyilik-kötülük, doğa-kültür, akıl-duygu gibi karşıtlıklar da bu çift üzerinden temsil ediliyor. Psikolog koca, kadının korkularını, aklın ürünü çocukça kurgular olarak görüyor. Ona göre mantıkla üstesinden gelinemeyecek hiçbir güçlük yok. Kadın ise cenazeden sonra dış dünyadan tamamen kopmuş; ölümden korkuyor, adamın rasyonel düşüncelerini kabullenemiyor, aksine şimdiye kadar bastırdığı içgüdüsünün, kötücül sezgilerinin, yasakları çiğnemenin arayışında. “Özgürlük ve yazgıyı kaynaştırarak, aynı anda hem ileri hem de geriye doğru hareket ederiz. Freud’da olduğu gibi, Thanatos’un geriye sürükleyişiyle, Eros’un yelken açtıran dinamiği arasına yerleştiriliriz.”[1] Antichrist’teki temel çatışma Eros (yaşam, adam) ile Thanatos (ölüm, kadın) arasında geçiyor. Bir yanda Eros’un yelken açtıran dinamiğini adamın bilgiye-bilime olan inancında, tedavi amacında görüyoruz, onun karşısındaysa Thanatos’un geriye sürüklenişi var, gelecek fikri olmayan kadının geçmişe yolculuğu, özünde olan kötülüğü arayışı… Önceki bölümde “Eros hayatta anlam bulmaksa Thanatos anlamsızlıktır” demiştik. Adama bakarsak her eyleminde bir anlam görebiliriz: karısını tedavi etmek, ölüm korkusu ve acısının üstesinden gelmek vs. Oysa kadının davranışları son derece anlamsız, garip, çelişkili… Anlam üzerine kurulu olan günümüz dünyasında kadının davranışlarını bir yere konumlandırmak gerçekten zor. Neden ölmeden önce çocuğuna ayakkabılarını ters giydirip bile isteye acı çektiriyordu? Niye kocasının penisini koca bir taşla ezip onu hadım etti? Nasıl olur da çocuğu pencereden düşerken, onu görmesine rağmen cinsel ilişkiye devam edebilir? Bu soruların net bir cevabı yok, çünkü toplumsal kurallar açısından baktığımızda yasaklanmış kötülüktür kadında görmüş olduğumuz. Ancak kötülüğün anlamı yoktur, yalnızca yasayı çiğnemekten duyulan haz, yasaların doğurduğu anlam karşısında yıkıcı bir anlamsızlıktır. Çocuğu öldükten sonra toplumsal ilişkilerden, Lacancı sembolik düzenden tamamen kopan bir kadın var karşımızda. Cenin pozisyonunda günlerce yatan, anksiyete krizleri geçirip kendisine zarar veren, kriz anlarında seks yapmak isteyen biri… Tam karşısındaysa eril sembolik dilin müzmin bir örneği, psikolog kocası: Konuşarak, düşünceyle her sorunun üstesinden gelinebileceğine inanan bir iyimser. Temel bir soruda ayrışıyorlar: İnsan nedir? Ölüm yokmuş gibi yaşamak mıdır insan olmak, yoksa ölümün nasıl bir şey olduğunu sorup durmak mıdır? Adam, Sokrates gibi, hiçbir zaman karşılaşmayacağı ölümü yok sayıyor; kadın ise Camus gibi insanın vereceği tek gerçek kararın ölüm olduğu inancında. İlk görüş tamamen Eros’a ikincisi de Thanatos’a hapsolmaktır oysa Eagleton’un söylediği gibi aslolan özgürlük (yaşam) ve yazgıyı (ölüm) bir arada, aynı anda yaşamaktır. Salt iyilik de salt kötülük de bir tür körlük olsa gerek. Adam kötülüğün bilincinde olsaydı karısından korku, acı ve yası unutmasını, bastırmasını istemezdi; kadın da iyiliğin bilincinde olsaydı sonunda pişman olacağı eylemlere kalkışmazdı… Bu ikisinin senteziniyse (Eagleton) filmin sonunda adamda görüyoruz. Hep yok saydığı, bastırdığı kötülüğü deneyimleyerek üstesinden geliyor. Adam, kadını (kendisine işkence yapan ve öldürmek üzere olan kötülüğü) acının zirvesinde öldürerek onu içine alıyor, Hegelci deyimle kendinde olumsuzluyor. Film biterken Eden ormanı çıkışında adamın yüzüne vuran beyaz ışığın anlamı kötülüğü yaşayarak, onu içine alıp yok ederek bilgeleşmesinin ifadesidir. Daha sonra ormandan fışkıran binlerce kadının (kötülüğün) artık adama temas etmemesinin, içinden geçip gitmesinin de anlamı bu olsa gerek. Christçılık ve Anti-Christçılık Biraz yakından bakarsak Antichrist ile Kral Oidipus arasında önemli benzerlikler görebiliriz. İkisinde de ana karakter, Aristoteles’in dediği gibi mutluluktan mutsuzluğa büyük bir değişim yaşar. Bu yıkımın sebebi ikisinde de akla, bilgiye, bilmeye olan inançtır. İkisi de doğaüstü güçlerin kurbanı olmuştur. Ve en önemlisi ikisi de mathein pathos (acıdan öğrenmek) neticesinde bilgeleşmiştir. Kolonos’a giden Oidipus da, Üç Dilenci’yi (Yas, Acı, Umutsuzluk/Filmde geçilen aşamalar) geride bırakan Adam da kutsal biri olmuştur sonunda. Yine Antik Yunanca’dan agios ve agos kelimeleri bize yol gösterebilir: kutsal ve lanetli aynı kelimenin iki farklı versiyonudur, kutsal olan aynı zamanda lanetlidir. Oidipus Labdakosoğulları’nın lanetini taşır, Adam da lanetlendiği için hadım edilir ama en dibi gören iki kahraman aynı anda en üst mertebeye, kutsallığa ulaşmıştır. Filmin Christçılığa karşı olmasının nedeni Hıristiyanlığın bilgiye dair iyimser görüşü ve günah öğretisidir. Hıristiyanlıkta yedi günahla kötülük yasaklanmıştır. Bilgeleşmek için İsa peygamberin yaptığını yapmalı, kutsal kitap vesilesiyle hakikati O’ndan öğrenmelidir. “Erdem bilgidir, ancak bilgisizlikle yitirilir; erdemli olan mutlu olandır”[2] Sokrates’ten alıntılayan Nietzsche de tek tanrılı dinlerin bilgi ile erdem arasında kurduğu ilişki biçimine dikkat çeker. Buna göre bilgi öğrenilen bir şeydir, bilgeleşmek için bilgi gereklidir ve öğrenme iyi olmanın, mutlu olmanın anahtarıdır. Oysa örnek filmimiz bu görüşün tam karşısında konumlanır, kötümserdir. Kötümser görüş bilgeleşmeyi İsa’nın iyiliklerini taklit ederek değil tersine günaha batarak, yanlışlıklar yaparak hakikatin farkına varmakta görür. Başkasını taklit ederek veya onun dediklerini yaparak bilge olunamaz, bilgi başkasından öğrenilemez, bilgelik için herkesin kendi yolculuğuna çıkması, kendi yanlışını yapması ve sonucunda çektiği acıdan öğrenmesi gerekir. Filmdeki ana karakterin yaşadığı fiziksel acıları da böyle okumaya çalışmalıyız. Adam, filmin başında henüz bilge olmadığı için ölüm üzerine, korku ve acıma üzerine ahkâm kesiyor, hepsinin aklın uydurması olduğunu söylüyordu. Bir anlamıyla Sokratesçi iyimser bilgeydi ana karakterimiz. Ancak kültürün kurgusu şehirden çıkıp doğaya, Eden ormanına gittikten, gerçek acılar (kadının yaptığı işkenceler) çektikten, ölümle burun buruna geldikten sonra değişime uğradı. Akılla, bilgiyle ölümü aşmasının mümkün olmadığını, ölümle bir arada yaşaması gerektiğini ölüme en yakın olduğu anda, eli kürekli kadından kaçarken, bir hayvan gibi tilki yuvasında saklanırken fark etti. Yine Aristoteles’in anagnorisis (tanıma-tanınma) kavramı bize yol gösterecek: kötümser bilgelikte bilgi, başkasının yardımıyla öğrenilmez, yaşanan acılı deneyim neticesinde zaten var olanın farkına varılır, kişi kendini tanır. Kötülükten Arınma Yolları adlı bölümde sanat vesilesiyle kötülüğü göz önüne getirerek onu aşabileceğimizi vurgulamıştık. Bu filme de ana karakterin gözünden baktığımız için onun yaşadığı deneyimi, kötülüğü aşma serüvenini paylaşırız. Onun çektiği acılar için ona acır, kendimizi onun yerine koyduğumuzdaysa durumdan korkarız. Yani film izleyeni korku ve acıma duygularından arındırarak, daha önce bahsedildiği gibi, kurban ritüelinin işlevini yerine getirir. Hatta Girard’ın tragedyalarda bulduğu kurban motifini bu filmde de görebiliriz. Şiddet ve Kutsal’da kahramanların yıkımının tıpkı yok edilen kurban gibi toplumdaki şiddeti sağalttığından bahsedilir. Girard’a göre Kral Oidipus apolis olup kenti terk ederken bütün laneti üzerine alır, sahiden de Oidipus gittikten sonra kentteki veba son bulur. Tragedya kahramanı bir kurban gibi tüm şiddeti üzerine alıp gitmiştir. Aynı şekilde Antichrist’te de adamın hadım edilmesi onun metaforik bir anlamda kurban yerine koyulmasıdır. Sonuçta o da kötülüğü-şiddeti yok edip Eden ormanını terk eder. Bu noktada Fransız dilinde kullanılan iki önekten bahsetmek yerinde olacak. Bu dilde kurban kelimesi “le sacre”, şiddet ise “la violance” şeklinde kullanılıyor. İşin ilginç yani “le” eril, “la” ise dişil şeyler için; yani kurban eril, şiddet ise dişil önek alıyor. Yani sembolik dilin şiddet, kötülük ve kadınlık üzerinde bir paralellik kurduğunu söylemek yanlış olmaz. Yazı dizisinin son bölümünde geçmişten gelen bu kötülük ve kadınlık ilişkisi üzerinde duracağız. Öte yandan filmin önemli bir bölümünü oluşturan cinselliği, acıdan zevk almayı tartışacağız. [1] Tatlı Şiddet, Terry Eagleton, Ayrıntı Yay. s.146 [2] Tragedyanın Doğuşu, Friedrich Nietzsche, İş bankası Yay. s.87 |
|
9 Mart 2016