Melek, Yapma Kelek!
Sinem Öztürk
Tiyatro Boyalıkuş, bu yıl Melek Kobra’nın biyografisinden yola çıkarak Rüstem Ertuğ Altınay tarafından oyunlaştırılmış Jale Karabekir tarafından sahnelenmiş ve Yeşim Koçak tarafından oynanan Melek oyununu, 1930’lara gidip onu bir hastanede ziyaret ederek seyrediyoruz. O da, eski günlerini yad-ediyor, bizimle sırlarını paylaşarak…
Biyografiden yola çıkılarak sahnelenmekte olan bir oyunda ilk akla gelen soru ; bir biyografinin oyun metnine nasıl dönüştürüldüğü ve bu sürecin sonunda sahneye, sahnelemeye, oyunculuğa dair boşlukların olup olmadığı sorusu olacaktır. Bu soruyu şimdilik bir yana bırakıp Melek Kobra’yı tanıdıktan sonra tüm bunlara cevap bulmayı umut edeceğiz. Melek Kobra, 24 yaşında veremden ölmüş bir opera sanatçısı. O yaşına kadar bir çok oyunda oynamış, çok şey yaşamış bir kadın. Çevresi güzellik kraliçeleri, dublaj kralları, operet ustalarıyla dolu Cumhuriyet’ in ilk yıllarının elit tabakasından biri…Yaşadığı aşkları, oynadığı oyunları, kendisine ihanet ettiğini düşündüğü dostları ve onu genç yaşında ölüme götürecek ince hastalığı… Oyun boyunca hikayesini kendi ağzından dinleyecek, ölümüne de tanık olacağız. Sahnede hastaneye ait olduğu anlaşılan bir yatak ve hemen arkasında temsili bir pencere ile karşımızda ‘Kamelyalı Kadın’ oyunundan bir sahne oynayan Melek’i görürüz. Abartılı oynanan bu melodram bizi hemen tebessüm ettirir, içimizi ısıtır. Meleğin oyunları başlamıştır artık, kendi kendine avunmak için oynadığı oyunları… Sırlarını, çevresindeki insanların onu nasıl artık görmezden geldiğini, acıyarak baktığını, bunun onu nasıl incittiğini anlatır da anlatır ve onu bir zamanlar ün içinde izlemeye gelen bu insanlara son bir gösteri yaparak görevini tamamlar Melek. Sahne dört farklı yerden lokal ışıkla oyuncunun skoruna göre aydınlatılırken oyunun samimi bir dertleşmenin ötesinde oyun-suluğu önemle vurgulanıyor. Tam samimi bir dil yakaladık derken, başka bir lokal ışığın altına koreografik olarak yerleşen oyuncu oradan devam ediyor oyununa. Oyuncu Yeşim Koçak’ın bazen abartılı üslubu göze batabiliyor bu ışık oyunuyla. Oyunun ve aslında Melek’in güncesinden alınmış bu meselelerin içeriğine bakacak olursak, Melek’in temelde çatıştığı meselelerin- kadınlar arası meseleler, aşk buhranları vb.- oyunu bütünde yeni bir söyleme götürmediğini söyleyebiliriz. Kadın olmanın zorluğu bir yana 1930’lar da yeni kurulmuş bir ülkenin karmaşıklığında yeniden yaratılan imgelerin içine hapsolmak zorunda kalan birinin yaşadığı derin bir parçalanma olgusu bir kenara itilmiş ve geriye bireysel bir yıkım kalmış. Melek’in söylemi dönemin yaratılmaya çalışılan ‘kadın’ söylemi haline gelmiştir. Kendini buradan tarifliyor, başkalarının gözünden tanımlıyor. Aynı bakışla insanları yargılıyor ya da suçluyor. Bu bakış Melek’in bakışı olabilir, buradan bir eleştiri yapmaya hakkımız olmayacaktır elbette. Fakat yeniden kurgulanmış ve feminist bir bakışla sahneye aktarılmış bir işten söz ediyorsak bu durumun görmezden gelinmesini eleştirilebiliriz. İçerik, yapılan işin en önemli kısmıdır, o halde sahneleme, oyunculuk vb. Başarıları da silip süpürür. Görme biçimlerini eleştiren bir kuramın içine sığdırılmaya çalışılan bu oyun da temelde eleştirdiğimiz kadının görme biçimi, kadının kadını görme biçimi meselelerinde amacına ulaşamamış görünüyor. |
Kendini buradan tarifliyor, başkalarının gözünden tanımlıyor. Aynı bakışla insanları yargılıyor ya da suçluyor. Yazan: Rüstem Ertuğ Altınay
Reji: Jale Karabekir Oynayan: Yeşim Koçak Dramaturji: Nelin Dükkancı Koreografi: Gökmen Kasabalı Kostüm Tasarım: Burcu Rahim Işık Tasarım: Erdem Çınar Fotoğraf: Ali Güler Grafik: Handan Saatçioğlu |
İlk başta sorduğumuz soruya geri dönecek olursak Melek’in otobiyografisinin gölgesinde kalmış bir oyun mu yoksa otobiyografi ile birlikte yazarın ya da yönetmenin yorumu- bu çok önemli- çerçevesinde yeniden sanatsal üretimin gerçekleştiği bir oyun mu olduğu meselesi…
Otobiyografi bu anlamda bir kısıtlama mı getirir, yoksa bunun bir önemi yok mudur? Sorularını da ardı sıra sormaktan alamıyoruz kendimizi. O halde sahnede yeniden üretilmiş ve kurgulanmış bir sanat eseri olarak oyunu biyografiden yola çıkarak yeniden tanımlamak neden mümkün olmasın? Belirleyici olanın otobiyografi olmasıyla bütüne tahakkümü neden kabul edilsin? Tüm bu soruları feminist yaklaşım olduğunu düşünmediğimiz bir yorumdan sonra dile getirebiliyoruz ve biliyoruz ki daha fazlası yapılabilirken neden sınırlarımız bu kadar dar kalsın? Üstelik kişinin otobiyografisiyle kendini tanımladığı şeyden biz başka bir şey göremez miyiz? Ona 3. gözden bakamaz mıyız? Ardı arkası kesilmeyecek sorularla çeşitlendirebileceğimiz ve tartışabileceğimiz bu meseleden izlediğimiz oyunun sınırlarıyla kısırlaştığını görüyor olmakla birlikte yine de samimi bir kadın olan Melek’i sahnede ölürken başını melodramatik fotoğrafla yana yatırmasıyla acının içinden tebessümle seyri sonlandırıyor olmak fotoğrafı tamamlıyor. Melek yeni bir anlam üretemiyor ve üretemediği gibi eleştirdiği yerden hataya düşüyor, yani feminist eleştiride önemli görülen kadının yukarıda bahsettiğimiz kadınlık hallerinden tarif edilmesi ile buhar olup uçuyor ruhu canını terkederken. Tebessümle başlayan oyun, acı bir tebessümle son buluyor: Melek izleyiciye kelek yapıyor. |
19 Aralık 2013