Mihran Tomasyan ve Saro Usta’yla SAR üzerine söyleşi...
Çiğdem Erdöl
SAR
Bir DAĞ Hikayesi “SAR, Istanbul, Kurtuluş'ta aynı mahallede, aynı kültürde büyümüş iki arkadaşın beraber ürettikleri bir gösteridir. Ortak kimliklerinin oluşturduğu anıları ve gözlemlerini, müziği, hareketi ve kağıdı kullanarak bir araya getiriyorlar. Fidanını seçtin, yerini beğendin, toprağını hazırladın, can suyunu verdin, sırtını dönüp yürüdün, günler geçti, belki haftalar, yağmurlar yağdı ve arada karlar, rüzgarlar esti, geldin baktın, boyu boyundaydı, belli ki tutmuştu, sonsuza uzanabilirdi kökleri, sonra bahar oldu yaz oldu güneş doğdu ay battı venüs çıktı, sen zaten öldün, torunların kim bilir nerde uyandı, gidenler oldu, gelenler başka gidenlerdi, olmadı, bişeyler yanlış oldu, ağaç büyüdü, uzaktaki ev bir taneydi üç oldu beş taneydi beş yüz oldu, gölgesinde öldürülenler ve elbet öpüşenler, onu görmeyenler ve su verenler. Sonra kestiler. İyi de oldu çünkü kaldırımı daraltıyordu. Bu gösteri dünyayı, insanlığı, dağları, yeryüzünü ve gökyüzünü yanlış anlamak üstüne kurgulanmıştır. Yukarda bahsedilen ağaçla hiçbir alakası yoktur. Torunların nerde uyandığıyla ilgilenir.” |
Konsept ve Uygulama: Mihran Tomasyan - Saro Usta
Işık Tasarım: Cem Yılmazer Işık Uygulama: İrem Avcı, Yasin Gültepe Teknik Destek: Serhat Utku İnan, Berkant 'Doktor' Kılıçkap, Muhtar Pattabanoğlu, İrem Avcı Foto: Engin İriz Afiş: Alican Tezer |
Şu anda yaklaşık 50 dakika sanırım...
M: Evet, 50 dakikaya çıkarıyoruz şu anda. Mesela en başını uzatıyoruz. Çünkü kağıt kendini izlettiriyor. İstersen 20 dakika olsun. Ama tabii içerideki enerjiyle o kısım bazen 5 dakika sürüyor ama orayı uzatmaya çalışıyoruz. Kağıt benim aslında zaten minik minik üzerinde çalıştığım bir objeydi, bu projeyle biraz tamamına erdirdim. Bir daha kağıtla çalışmam herhalde diye düşünüyorum. Daha önce naylon poşet, plastik torba gibi şeylerle çalışıyordum, onu da Ters Okyanus’la tamamına erdirdiğimi düşünüyorum. Kağıt, bence ikimizin de, günlük hayatımızda birebir yaşadığımız dertleri yansıtmada çok iyi bir aracı oldu. Yani bir öfkemiz varsa o öfkemizi de kağıttan çıkardık, sevgimizi de kağıdın içinden çıkardık. Kağıt aslında duygularımızı iyi ifade eden bir malzeme oldu. Bu iş için de bayağı yerinde seçilmiş bir malzeme olduğunu düşünüyorum. Zaten ilk üç provada ikna olmuştuk, bu kağıt bize kesin bir şey yaptıracak demiştik. M: Karakter üzerine çok tartıştık biz. Dünyada çok var o karakterlerden.
S: Ve o karakter bence bizim seninle yaptığımız o muhabbetlerden çıktı. M: Tabii ki, tabii ki... Kesinlikle. S: Ama şöyle demedik, bir tane de bunu taşıyan adam olsun demedik. Ama o muhabbetleri o kadar yaptık ki biz, iş oraya geldi. M: Yani aslında önce çok uzun bir önce tamamen müzik üstünden bir şeyler üretme derdimiz vardı. Ermenice müzik üstünden. Müzik üzerinden tartışmalar yapıyorduk. Neticede biz kendi işlerimizde ve hayatımızda hem Ermeni toplumunun içinde büyümüş hem de Ermeni toplumuna dışarıdan bakabilen bir noktaya geldik. Bu önemli bir mesafe. Dışarıdan kendini gözlemleyebilmek. Bu konu üzerine epey tartıştık. Çünkü uyduruyorum mesela ana konumuz dağ ise, Brezilya’daki bir Ermeni’nin evine gittiğinde de Ararat Dağı’nı görüyorsun, Lübnan’a gittiğinde de görüyorsun, Fransa’daki Ermeni’nin evinde de var. Yani Ararat Dağı’yla bir sembol üzerinden bütünleşme var. Bizim de derdimiz aslında şu: “Kardeşim dağı dağ olarak bıraksak, bu dağ üzerimizde yük...”. Bütün bu tartışmalar gösterinin doğaçlamalarında yavaş yavaş çıkmaya başladı. Yoksa en başta bir dağ fikri yoktu, doğaçlamalar sırasında çıktı. Çünkü ben uzun süre kağıdın üstündeydim, sonra bir de kağıdın altına gireyim falan filan derken o kağıt dağ oldu. Bütün o tartışmalar, diaspora tartışmamız mesela... O kağıt parçalanıp sahnede böyle durunca, dünyanın her yerine yayılmış Ermeniler gibi görünmeye başladı. |
Sar, birer materyal olarak kağıdın ve müziğin imkânlarının araştırıldığı, bir yandan da oldukça sade, basit, duru bir iş. Tanıtım metninde “dünyayı, insanlığı, dağları, yeryüzünü ve gökyüzünü yanlış anlamak üstüne kurgulanmıştır” diyorsunuz. Bu performans nasıl ortaya çıktı? Biraz süreçten bahsedebilir miyiz?
Mihran Tomasyan: Birkaç katmanı var, katmanlardan başlayalım. Kağıt özelinde başlayalım. Çünkü oyunun öznesi kağıt. Kağıtla önceden de çalışıyordum. Objelerle çalışan bir dansçıyım. Kağıdı ilk kez, Gomidas’la Yolculuk diye bir iş vardı, o zaman kullanmıştık. Onda kartonları birleştirip puzzle gibi kullanmıştım. Ozalitçilere, fotokopicilere gide gele bir malzeme olarak kağıdı araştırdım. Sonra Hayat Ağacı diye bir işimiz vardı, orada kağıttan bedenler yapmıştık. Koli bandıyla bedenimize yapıştırıyorduk ve önümüzde başka bir beden varmış gibi kullanıyorduk. Biraz kukla gibi. Saro’yla biz çocukluk arkadaşıyız. Hadi beraber doğru düzgün bir iş yapalım dediğinde, her oyunun bir yerine birazcık dahil olan kağıdı daha nereye götürebilirim, sadece kağıt üzerine düşünürsem ne olur diye merak ettiğim için aslında ana malzeme olarak kağıdı seçtik. Ama muhabbetlerimiz genelde - ikimiz de Ermeni toplumu içinde büyüdük - Ermenilik üstüne düşünceler hakkındaydı ve Ermenilik üstüne konuşmaların yansımalarını o kağıda aktarmaya çalıştık. Müzikte de aynı şekilde aslında... Çünkü müzik konusunda da bizim bildiğimiz ya da öğretilen, “bu budur, bu şekilde icra edilir” denen Ermeni müziğinin üstünde nasıl oynayabiliriz, onu nasıl kırabiliriz gibi yerlerden yaklaşmaya başladık. Ve yöntemimiz tamamen doğaçlama. Böyle başlayacak, böyle bitecek gibi şeyler demeden uzun, 20 dakikalık doğaçlamalarla çalıştık. Belki ilk 7 provamız öyle geçmiştir. Kağıt var, bir dansçı var ve bir müzisyen var. Başka diyalog yok. Saro kendisi takılıyor, ben takılıyorum. Uzun doğaçlamalar, sekanslar oluşturup, onları kaydetmek, o kayıtlar içinden de doğaçlamada çıkan sevdiğimiz malzemeleri ayıklamak, sonra o sevdiğimiz malzemeler üstünden tekrar doğaçlamalar yapmak ve sonra da dış gözlere izletmek, onların eleştirileri doğrultusunda tekrar şekillendirmek şeklinde bir yol izledik. Başta çok hızlıydı mesela, daha yavaş yapmak üzerine çalıştık biraz.. 30 dakikada bitiriyorduk önceden. Peki yapmak üzere yola çıktığınız fikirle bittiğinde işin nasıl algılandığı arasında fark olduğu oluyor mu?
M: Sen içindeyken büyük bir enerji yaşıyorsun, çok iyi falan diyorsun. Sonra dışarıdan bir bakıyorsun, hiçbir şeye benzemiyor diyorsun. Ama kağıt öyle olmadı. Çünkü bir kere, kağıt her seferinde, her gösteride farklı bir problem çıkarıyor, senin de o problemi çözmen gerekiyor. Yani sahnede kağıtla bir mücadele var. Yani en kabasınca SAR’ı tarif edersek birisinin bir objeyle baştan sona mücadelesini izliyorsun. Kağıt da ona güzel tepki veriyor, sıkıştırabiliyorsun, açabiliyorsun. parçalayabiliyorsun, parça içinden bir parçayla bir şeyler yapabiliyorsun. Saro Usta: Muhtemelen bizim seninle çok muhabbet etmemizin çok etkisi oldu. M: Tabii. Masa başı muhabbet önemli. S: Çünkü yani başlarken de biraz muhabbet edelim konuşalım bakalım bu ne diye başlamadık. Aslında zaten bizim senelerdir üzerine konuştuğumuz şeyler hakkında konuşuyorduk. Yine muhabbet ettik ama bir şekilde konuştuklarımız oraya taşındı. Yani mesela SAR’ın içinde tamam kağıt var ve kağıt çok güçlü bir karakter ama, onu taşıyan ya da mesela bazen onu taşıyamayan da bir karakter var aslında orada. |
S: Mihran’la bize en çok dokunan şeylerden biri de o kültürün, o verdiği dağ resmi örneği vardır ya, hep böyle bir fanus olarak korunması. Çünkü Ermenilerin çoğunluğunda öyle bir gelenek var. O kültürü bir fanus gibi taşımaya, ya da işte “Aman gençler bunun kenarı kırılmasın, bu şarkı böyle olur, bu şiir böyle olur, halk oyunu böyle oynanır, sahnede böyle durulur” falan denmesi...
M: Bir azınlık psikolojisi...
S: Onu öyle koruyanı da anlayabiliyorum ben sonuçta, onu da ayrı bir yere koyuyorum ama benlik değil, bence Mihranlık da değil. Bence biz kağıtla da o yüzden barıştık. O kağıt izin vermiyor zaten o dağı her seferinde dağ gibi yapmana.
M: Bir ucu böyle oluyor, yok şişman oluyor, yok zayıf oluyor. Her seferinde bir şey oluyor.
S: Bir bükülüyor, bir düşüyor, yükselmiyor, bir şey oluyor, yükseleyim derken Mihran’ın ayağı çıkıyor altından falan. Bence bizim o tartışmalarımızla bir şekilde çok örtüştü o kağıt gerçekten. Ve bence tabii bembeyaz olması...
M: Simsiyah bir mekanda oynamayı mesela tercih ediyoruz. Zemin, bütün fon siyah... Çünkü bu sefer siyahla beyazın mücadelesini de izlemiş oluyorsun. Farklı katmanlar derken aslında biraz oraya gireyim. Oyunu yaparken biz tabii ki Ermenilik üzerinden konuştuk ama, bu Ermenilik’i de direkt açıkça sahnenin üzerine koymadık. Çünkü tartışa tartışa şuraya geldik, aslında her halkın, her insanın bir dağ problemi var. Herkesin bir dağı var. Herkesin bir mücadelesi var. O taşıdığın senin ailenden biri olabilir, sınavların olabilir, kimliğin olabilir, dertlerin olabilir. O yüzden de o doğaçlamalarda belirgin bir yere giden kısımları törpüleyip, Venezuela’da da, Rusya’da da oynasak işleyecek bir kıvama sokmaya çalıştık. Çünkü öbür türlü sadece bir hikaye anlatmış olacaktık. Ama tercihimiz, anlatacağımız hikaye bizim için net olsa da onun içinden yüz tane hikaye çıkması.
S: Müzik de biraz bu yüzden o şekilde. Yani sadece Ermenice yok onun içinde, enstrümantal bölümler de var, benim doğaçladığım yerler de var. O kafada gitseydik, 8 track arka arkaya mix’leyip verebilirdim ve play’e basabilirdi ve baştan sona oynayabilirdi mesela.
Evet müziğin ve performansın, ikisinin de orada aynı anda icra edilmesi de çok önemli.
M: Çıplak Ayaklar’da buna son senelerde baya dikkat ediyoruz. Mesela 25-26 yaşlarındayken CD’den ya da dışarıdan gelen müzik kullanıyorduk. Ama sonra şöyle bir aşamaya geldik, sahne üzerindeki her şey o oyunun yüzdelik payında tartışılamayacak kadar önemli. Işık mesela... Bu katmanların hepsini tartıştığımız bir süreçten geçtik biz Çıplak Ayaklar’da ve sahnede müzisyenin çok önemli olduğuna kanaat getirdik. Çünkü performansın içi doğaçlama. Sen sabit bir müzik kullandığın zaman diyelim ki 2,5 dakikan var. Sen dansçı olarak, performer olarak kendini o 2,5 dakikayla sınırlandırıyorsun. Ama Saro beni izliyor ve diyor ki adam burayı tuttu şu anda götürüyor, tamam diyor o zaman ben öbürünü vermiyorum, biraz daha bu bölümü devam ettiriyorum. Yani böylece her gösteride bölümlerin arasını açabilmeyi de sağlıyoruz. Her gösteri daha canlı oluyor.
O zaman hakikaten de o âna özel bir gösteri ortaya çıkıyor...
M: O âna özel, o gelen seyirciye o ân için özel... Çünkü belki bir sonraki gösteriye de gelse aynı müzikleri dinleyecek ama duygusu farklı geçecek.
O zaman hakikaten bir tecrübe yaşayıp ayrılmış oluyorsun seyirci açısından da.
M: Diyoruz ya 50 dakika... Yani evet, 45 de olabilir, 40 da olabilir, 53 de olabilir. Uzamasını isterim şahsen. Bir buçuk saat değil ama bir saat olsa ne güzel olur. Onun ipuçlarını da veriyor ama artık oyun çıktı, bir daha üstüne yatmıyoruz. Artık gösteri sırasında bulmaya, ayıklamaya çalışıyoruz. Artık denemeleri sahnede yapıyoruz.
S: Biraz belki klişe bir örnek olacak ama böyle müzik formları var ya, mesela “free jazz” dedikleri şey böyle bir şey. Bir tane teması var müzisyenin, aslında bir satır melodisi var. O satırla başlıyor, saksafoncu 15 dakika solo atıyor, piyanist 10 dakika atıyor, yine o satıra geri dönüyor. SAR’ın da birkaç tane satırı var, aslına bakacak olursak. Yani sonuçta, her defasında baştan sona başka bir oyun seyretmiyoruz ama içinde gerçekten her defasında başka bir şeyler oluyor. En basitinden bazen yırtılmıyor kağıt, ya da fazla yırtılıyor, topla topla bitmiyor.
M: Sahnenin büyüklüğüne göre kağıdı büyük koyduğumuz zamanlar benim için büyük bir deneyim oluyor mesela. Çünkü o zaman kontrol etmem gereken daha büyük bir metrekare var.
S: Aslında o anda ışıkçı da bizimle beraber. Diyelim ki normalde çabuk geçtiğimiz bir yer, ama o an başka bir şey oluyor. İşte toplama uzuyor, ben oradaki sesi abartıyorum, dolayısıyla ışıkçının da bir şey yapması gerekiyor o ân.
M: Yani bütün sahne sanatları için, bütün o ışık, ses, sahne, seyircinin girdiği an bunların hepsi çok önemli. Kumpanya Tiyatrosu’ndan Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu’nun seyirci giriş anı ve çıkış anı üstüne saatlerce tartıştıklarından bahsettikleri bir röportaj okumuştum. Ondan baya etkilendiğimi hatırlıyorum. Çok önemli. Çünkü seyircinin salona girdiği an, gösteri başlamış oluyor. Biz mesela onu kullanıyoruz. Gösteriye girdiği zaman seyirci, sahnede kağıt o anda hazırlanıyor. Seyirci ilk girdiğinde o kağıdın bantlanma anını görüyor. En yalın. Performans yok. Biri o kağıdı bantlıyor.
S: Bazen diziyor da oluyoruz.
M: Çünkü seyircinin yerleşmesi yirmi dakika sürecekse mesela sıfırıncı dakikadan başlamış oluyoruz.
M: Bir azınlık psikolojisi...
S: Onu öyle koruyanı da anlayabiliyorum ben sonuçta, onu da ayrı bir yere koyuyorum ama benlik değil, bence Mihranlık da değil. Bence biz kağıtla da o yüzden barıştık. O kağıt izin vermiyor zaten o dağı her seferinde dağ gibi yapmana.
M: Bir ucu böyle oluyor, yok şişman oluyor, yok zayıf oluyor. Her seferinde bir şey oluyor.
S: Bir bükülüyor, bir düşüyor, yükselmiyor, bir şey oluyor, yükseleyim derken Mihran’ın ayağı çıkıyor altından falan. Bence bizim o tartışmalarımızla bir şekilde çok örtüştü o kağıt gerçekten. Ve bence tabii bembeyaz olması...
M: Simsiyah bir mekanda oynamayı mesela tercih ediyoruz. Zemin, bütün fon siyah... Çünkü bu sefer siyahla beyazın mücadelesini de izlemiş oluyorsun. Farklı katmanlar derken aslında biraz oraya gireyim. Oyunu yaparken biz tabii ki Ermenilik üzerinden konuştuk ama, bu Ermenilik’i de direkt açıkça sahnenin üzerine koymadık. Çünkü tartışa tartışa şuraya geldik, aslında her halkın, her insanın bir dağ problemi var. Herkesin bir dağı var. Herkesin bir mücadelesi var. O taşıdığın senin ailenden biri olabilir, sınavların olabilir, kimliğin olabilir, dertlerin olabilir. O yüzden de o doğaçlamalarda belirgin bir yere giden kısımları törpüleyip, Venezuela’da da, Rusya’da da oynasak işleyecek bir kıvama sokmaya çalıştık. Çünkü öbür türlü sadece bir hikaye anlatmış olacaktık. Ama tercihimiz, anlatacağımız hikaye bizim için net olsa da onun içinden yüz tane hikaye çıkması.
S: Müzik de biraz bu yüzden o şekilde. Yani sadece Ermenice yok onun içinde, enstrümantal bölümler de var, benim doğaçladığım yerler de var. O kafada gitseydik, 8 track arka arkaya mix’leyip verebilirdim ve play’e basabilirdi ve baştan sona oynayabilirdi mesela.
Evet müziğin ve performansın, ikisinin de orada aynı anda icra edilmesi de çok önemli.
M: Çıplak Ayaklar’da buna son senelerde baya dikkat ediyoruz. Mesela 25-26 yaşlarındayken CD’den ya da dışarıdan gelen müzik kullanıyorduk. Ama sonra şöyle bir aşamaya geldik, sahne üzerindeki her şey o oyunun yüzdelik payında tartışılamayacak kadar önemli. Işık mesela... Bu katmanların hepsini tartıştığımız bir süreçten geçtik biz Çıplak Ayaklar’da ve sahnede müzisyenin çok önemli olduğuna kanaat getirdik. Çünkü performansın içi doğaçlama. Sen sabit bir müzik kullandığın zaman diyelim ki 2,5 dakikan var. Sen dansçı olarak, performer olarak kendini o 2,5 dakikayla sınırlandırıyorsun. Ama Saro beni izliyor ve diyor ki adam burayı tuttu şu anda götürüyor, tamam diyor o zaman ben öbürünü vermiyorum, biraz daha bu bölümü devam ettiriyorum. Yani böylece her gösteride bölümlerin arasını açabilmeyi de sağlıyoruz. Her gösteri daha canlı oluyor.
O zaman hakikaten de o âna özel bir gösteri ortaya çıkıyor...
M: O âna özel, o gelen seyirciye o ân için özel... Çünkü belki bir sonraki gösteriye de gelse aynı müzikleri dinleyecek ama duygusu farklı geçecek.
O zaman hakikaten bir tecrübe yaşayıp ayrılmış oluyorsun seyirci açısından da.
M: Diyoruz ya 50 dakika... Yani evet, 45 de olabilir, 40 da olabilir, 53 de olabilir. Uzamasını isterim şahsen. Bir buçuk saat değil ama bir saat olsa ne güzel olur. Onun ipuçlarını da veriyor ama artık oyun çıktı, bir daha üstüne yatmıyoruz. Artık gösteri sırasında bulmaya, ayıklamaya çalışıyoruz. Artık denemeleri sahnede yapıyoruz.
S: Biraz belki klişe bir örnek olacak ama böyle müzik formları var ya, mesela “free jazz” dedikleri şey böyle bir şey. Bir tane teması var müzisyenin, aslında bir satır melodisi var. O satırla başlıyor, saksafoncu 15 dakika solo atıyor, piyanist 10 dakika atıyor, yine o satıra geri dönüyor. SAR’ın da birkaç tane satırı var, aslına bakacak olursak. Yani sonuçta, her defasında baştan sona başka bir oyun seyretmiyoruz ama içinde gerçekten her defasında başka bir şeyler oluyor. En basitinden bazen yırtılmıyor kağıt, ya da fazla yırtılıyor, topla topla bitmiyor.
M: Sahnenin büyüklüğüne göre kağıdı büyük koyduğumuz zamanlar benim için büyük bir deneyim oluyor mesela. Çünkü o zaman kontrol etmem gereken daha büyük bir metrekare var.
S: Aslında o anda ışıkçı da bizimle beraber. Diyelim ki normalde çabuk geçtiğimiz bir yer, ama o an başka bir şey oluyor. İşte toplama uzuyor, ben oradaki sesi abartıyorum, dolayısıyla ışıkçının da bir şey yapması gerekiyor o ân.
M: Yani bütün sahne sanatları için, bütün o ışık, ses, sahne, seyircinin girdiği an bunların hepsi çok önemli. Kumpanya Tiyatrosu’ndan Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu’nun seyirci giriş anı ve çıkış anı üstüne saatlerce tartıştıklarından bahsettikleri bir röportaj okumuştum. Ondan baya etkilendiğimi hatırlıyorum. Çok önemli. Çünkü seyircinin salona girdiği an, gösteri başlamış oluyor. Biz mesela onu kullanıyoruz. Gösteriye girdiği zaman seyirci, sahnede kağıt o anda hazırlanıyor. Seyirci ilk girdiğinde o kağıdın bantlanma anını görüyor. En yalın. Performans yok. Biri o kağıdı bantlıyor.
S: Bazen diziyor da oluyoruz.
M: Çünkü seyircinin yerleşmesi yirmi dakika sürecekse mesela sıfırıncı dakikadan başlamış oluyoruz.
Performans boyunca en etkili anlardan biri de temposu yüksek bir bölümün ardından Mihran’ın oturup su içtiği yerdi. Çünkü orada seyirciyle bir ortaklık kurma hâli vardı.
M: Tabii ilk nasıl çıktığını hatırlamıyorum.
S: Muhtemelen şiştim dedin, içtin ve bunu gösteriye koyalım dedik herhalde.
M: Biz de o ânı çok seviyoruz. Bana o ânı uzat diyorlar. Seyirci sıkılır mı diyorum -kendimle çelişiyorum biraz o ân konusunda- ama o ân bizim de çok sevdiğimiz bir ân. O âna kadar bin tane olay oluyor. Kağıt dağ oluyor, hareket ediyor, sıkışıyor, yırtılıyor, Saro’nun solosu giriyor, kağıdın içinden bir kuş çıkıyor, diğer kuş, çöp torbası falan derken bir sürü şey oluyor ve o kocaman beyaz şey siyahın içine girdiğinde de gerçekten üstüne bir soğuk su içmen gerekiyor. Hem de küçük bir nefes arası oluyor.
S: O da kararlaştırılarak yapılan bir şey değil. Kendiliğinden çıktı gerçekten. Doğaçlamanın güzellikleri bunlar. Bu arada, o kağıdın sesini duyurmak için özellikle uğraşıyoruz. Mesela büyük bir salondaysak kağıdı mikrofonluyoruz. Provalarda fark ettik ki kağıttan oldukça yüksek bir ses çıkıyor. O sesin üzerinde durmayabilirdik de ama o beyaz kütlenin bir sesi de var sonuçta.
M: Onu büyük salonlarda mikrofonladığımız zaman o çok ilginç oluyor.
S: Ufak bir yerdeysek o zaten hissediliyor. Karanlıkta da olsak çıtırtısını pıtırtısını ya da yırtılırkenki sesini.. İşte o yüzden böyle, doğaçalamayla üretmek bence daha güzel.
M: Doğaçlama hayal ettiğinin bir adım ötesinde bir şeyler keşfetmene çok yardımcı olan bir teknik. Çünkü her şey aslında var, yoktan var etmiyoruz. Ama sonuçta hayal ettiğin, o kafanda kurguladığın şeyi sahneye direkt uyarladığın zaman işlemiyor genelde, onunla uğraşa uğraşa ise bir adım ötesine geçiyorsun. Ve bunun için canlı müzisyen, o ânda müzik yapan kişi oldukça önemli oluyor.
Performanstaki dağı Kürdistan olarak okuyanlar çok oluyor. Buradan yola çıkarak, şu anda İran’daki gündemi de düşünürsek, Fadjr Festivali’ndeki tecrübeden başlayarak farklı yerlerde gösterinin nasıl algılandığından bahsedebilir miyiz? Nasıl geri dönüşler geliyor?
M: Her seferinde farklı oluyor. Geçen sefer Marsilya’da sadece Ermenilerden oluşan bir topluma oynadık - ki bence daha zordu. Fadjr’de mesela o kağıdı türban, baş örtüsü olarak okuyan çok oldu. İşimiz Fadjr’de baya sevildi.
S: Bütün yasak meseleler üzerine epey okuma geldi. Gazeteciler üzerine örneğin.
M: Ama orada seyirci sohbeti yapamadık. Ayaküstü konuşabildik. Biz her oyundan sonra mutlaka seyirci sohbeti yapıyoruz. Çünkü bu bizim için hem bir istatistik, hem de bence –ben diğer oyunlarımda da yapıyorum- çağdaş sanatta nasıl bir rehberle bir sergi dolaştığında ufkun açılıyorsa, seyirciyle birlikte analiz yapmak da o keyfi veriyor. Ama İran’da bunu yapamadığımız için ancak bize gelip muhabbet edenler üzerinden bir şey diyebilirim. Zaten izleyenlerin çoğu bir Ermenilik okuması yapmıyor - ki Kürdistan üzerine okuma yapılması muhteşem. Çünkü her halkın bir dağı var, herkes bir dağa çıkmış. Oyunda zaten aslında dediğimiz biraz da şu: Keşke bu dağlar dağ olarak kalsa ve biz insanlar onlara çıkmak zorunda kalmasak, onları sırtımızda taşımasak. Dağ, dağ işte! Bu noktaya gelmemiz için de baya yüzyıllar var diye düşünüyorum. İklim değişikliği yorumu da geliyor bu arada. Doğa üzerinden okuyanlar da oldu çokça, ki o da güzel. Siyah çöp torbasına girmesi vesaire.
S: Girişten dolayı öyle okuyanlar oluyor genelde. Bir dağın oluşumu olduğu için...
M: Yeryüzünün oluşumu, sonra insanın ona yaptığı gibi bir okuma da yapılıyor, doğa direniyor en sonunda gibi. Böyle çoklu okumalar yapılabiliyor. Ama iç motivasyon için bizim kendi okumamıza ihtiyacımız var. Performans ânı için. Onun birebir seyirciye geçmesiyle çok ilgilenmiyoruz. Çünkü o zaman öyle yapmak istesek tiyatro yapardık ve birebir anlatırdık, bizimki başka bir dal.
Tanıtım yazısında, Kurtuluş’ta yetişmiş iki arkadaş olduğunuzdan bahsetmişsiniz. Gösterinizi kurarken şehre, şehrin hafızasına, Kurtuluş’un, İstanbul’un değişimine dair bir düşünceniz de var mıydı?
M: Bu oyunun ilk ismi Kurtuluş’ta Yaşıyorum’du. Dünyada Bir Köşe Festivali’nde prömiyerini yaptığımızda o isimle oynadık. Çünkü ikimiz de Kurtuluş’ta büyüdük, Kurtuluş’ta oturuyoruz, Kurtuluş her tarafımıza nüfuz etmiş bir yer. Ermenilerin çok fazla yaşadığı bir yer.
S: Ama hiç öyle bir yerden düşünmedik sanki, değil mi?
M: Onu tanıtım metnine yazıyoruz, çünkü seviyoruz da bir yandan. Ama oyun birebir öyle bir yere gitmiyor sanki.
S: Aslında düşününce, kendi aramızda çok sık şu an yaşadığımız şehrin delirmeye yakın bir vaziyeti olduğundan bahsediyoruz. Başka bir yerde bir şey üretmeye çalışsak belki bu kullandığımız sesin yarısını kullanmayacağız. Belki o konuşmaların yansıması olmuş olabilir.
M: Aslında daha genel baktığımda, etrafımdaki müzisyenlere de baktığımda İstanbul’un getirdiği bu kaosun bütün sanat eserlerine sindiğini düşünüyorum. Herkes bağırıyor. Popüler müzikten bahsetmeyeceksem, herkesin müziğinde bir isyan, ritmlerinde bir agresyon var. Bence SAR’a da sirayet etmiştir.
S: Bence bir fiziksel karşılığı var. Çünkü bu şehirde yaşadığımızdan, zaten artık bir sürü sesi duymuyoruz. Belli bir desibelin aşağısı neredeyse yok. Dolayısıyla üretirken de o desibelin üzerinde üretiyoruz. Kaldı ki, insan üretirken ister istemez olanın üzerine çıkmaya çalışıyor, bunun üstüne çıkayım ki beni duysun diyor. Bence o deliliğin vermiş olduğu bir taraf vardır.
M: En başta sadeliğiyle, basitliğiyle ilgili bir şey söylemiştin. Oraya dönmek istiyorum. Basit olanı yakalamak o kadar zor ki. Önce o kalabalığın, kaosun, o desibelin üzerinde bir şey yapmak, sonra o desibelin en alt katmanındaki hissiyatı bulman gerekiyor. En üste çıkıp, sonra en altta ne vardı acaba diyip oraya bakman gerekiyor. Bence bir şeyin basit olabilmesi en zor şeylerden biri.
S: Seyirci girdiğinde bir müzik var ya, o müzik aslında şehrin müziği. Geçerken İstiklal’de de duyabilirsin onu. İnsanlar aslında sokaktan içeri girdikleri zaman sokak alışkanlıkları hâlâ devam ediyor ve bir farklılık olduğunun farkında bile değiller. Orada bir şey çalıyor, evet duyuyorlar, ama özellikle dinlemiyorlar. Çünkü onu öyle algılamaya o kadar alışıklar ki. O sırada yerlerinin neresi olduğuyla ilgileniyorlar, sohbet ediyorlar. Tam olarak “buraya” gelene kadar bir zaman geçiyor. Benim de ilk başta o sessizliğe ihtiyacım oluyor. Müziğin sesini yeterince açtım mı acaba, diye düşünerek başlıyorum. Tabii ki bu her mekanda değişiyor. O ilk girişte, her defasında acaba duyuluyor mu, biraz daha mı versem acaba diye başlıyorum, hep öyle giriyorum.
M: Tabii ilk nasıl çıktığını hatırlamıyorum.
S: Muhtemelen şiştim dedin, içtin ve bunu gösteriye koyalım dedik herhalde.
M: Biz de o ânı çok seviyoruz. Bana o ânı uzat diyorlar. Seyirci sıkılır mı diyorum -kendimle çelişiyorum biraz o ân konusunda- ama o ân bizim de çok sevdiğimiz bir ân. O âna kadar bin tane olay oluyor. Kağıt dağ oluyor, hareket ediyor, sıkışıyor, yırtılıyor, Saro’nun solosu giriyor, kağıdın içinden bir kuş çıkıyor, diğer kuş, çöp torbası falan derken bir sürü şey oluyor ve o kocaman beyaz şey siyahın içine girdiğinde de gerçekten üstüne bir soğuk su içmen gerekiyor. Hem de küçük bir nefes arası oluyor.
S: O da kararlaştırılarak yapılan bir şey değil. Kendiliğinden çıktı gerçekten. Doğaçlamanın güzellikleri bunlar. Bu arada, o kağıdın sesini duyurmak için özellikle uğraşıyoruz. Mesela büyük bir salondaysak kağıdı mikrofonluyoruz. Provalarda fark ettik ki kağıttan oldukça yüksek bir ses çıkıyor. O sesin üzerinde durmayabilirdik de ama o beyaz kütlenin bir sesi de var sonuçta.
M: Onu büyük salonlarda mikrofonladığımız zaman o çok ilginç oluyor.
S: Ufak bir yerdeysek o zaten hissediliyor. Karanlıkta da olsak çıtırtısını pıtırtısını ya da yırtılırkenki sesini.. İşte o yüzden böyle, doğaçalamayla üretmek bence daha güzel.
M: Doğaçlama hayal ettiğinin bir adım ötesinde bir şeyler keşfetmene çok yardımcı olan bir teknik. Çünkü her şey aslında var, yoktan var etmiyoruz. Ama sonuçta hayal ettiğin, o kafanda kurguladığın şeyi sahneye direkt uyarladığın zaman işlemiyor genelde, onunla uğraşa uğraşa ise bir adım ötesine geçiyorsun. Ve bunun için canlı müzisyen, o ânda müzik yapan kişi oldukça önemli oluyor.
Performanstaki dağı Kürdistan olarak okuyanlar çok oluyor. Buradan yola çıkarak, şu anda İran’daki gündemi de düşünürsek, Fadjr Festivali’ndeki tecrübeden başlayarak farklı yerlerde gösterinin nasıl algılandığından bahsedebilir miyiz? Nasıl geri dönüşler geliyor?
M: Her seferinde farklı oluyor. Geçen sefer Marsilya’da sadece Ermenilerden oluşan bir topluma oynadık - ki bence daha zordu. Fadjr’de mesela o kağıdı türban, baş örtüsü olarak okuyan çok oldu. İşimiz Fadjr’de baya sevildi.
S: Bütün yasak meseleler üzerine epey okuma geldi. Gazeteciler üzerine örneğin.
M: Ama orada seyirci sohbeti yapamadık. Ayaküstü konuşabildik. Biz her oyundan sonra mutlaka seyirci sohbeti yapıyoruz. Çünkü bu bizim için hem bir istatistik, hem de bence –ben diğer oyunlarımda da yapıyorum- çağdaş sanatta nasıl bir rehberle bir sergi dolaştığında ufkun açılıyorsa, seyirciyle birlikte analiz yapmak da o keyfi veriyor. Ama İran’da bunu yapamadığımız için ancak bize gelip muhabbet edenler üzerinden bir şey diyebilirim. Zaten izleyenlerin çoğu bir Ermenilik okuması yapmıyor - ki Kürdistan üzerine okuma yapılması muhteşem. Çünkü her halkın bir dağı var, herkes bir dağa çıkmış. Oyunda zaten aslında dediğimiz biraz da şu: Keşke bu dağlar dağ olarak kalsa ve biz insanlar onlara çıkmak zorunda kalmasak, onları sırtımızda taşımasak. Dağ, dağ işte! Bu noktaya gelmemiz için de baya yüzyıllar var diye düşünüyorum. İklim değişikliği yorumu da geliyor bu arada. Doğa üzerinden okuyanlar da oldu çokça, ki o da güzel. Siyah çöp torbasına girmesi vesaire.
S: Girişten dolayı öyle okuyanlar oluyor genelde. Bir dağın oluşumu olduğu için...
M: Yeryüzünün oluşumu, sonra insanın ona yaptığı gibi bir okuma da yapılıyor, doğa direniyor en sonunda gibi. Böyle çoklu okumalar yapılabiliyor. Ama iç motivasyon için bizim kendi okumamıza ihtiyacımız var. Performans ânı için. Onun birebir seyirciye geçmesiyle çok ilgilenmiyoruz. Çünkü o zaman öyle yapmak istesek tiyatro yapardık ve birebir anlatırdık, bizimki başka bir dal.
Tanıtım yazısında, Kurtuluş’ta yetişmiş iki arkadaş olduğunuzdan bahsetmişsiniz. Gösterinizi kurarken şehre, şehrin hafızasına, Kurtuluş’un, İstanbul’un değişimine dair bir düşünceniz de var mıydı?
M: Bu oyunun ilk ismi Kurtuluş’ta Yaşıyorum’du. Dünyada Bir Köşe Festivali’nde prömiyerini yaptığımızda o isimle oynadık. Çünkü ikimiz de Kurtuluş’ta büyüdük, Kurtuluş’ta oturuyoruz, Kurtuluş her tarafımıza nüfuz etmiş bir yer. Ermenilerin çok fazla yaşadığı bir yer.
S: Ama hiç öyle bir yerden düşünmedik sanki, değil mi?
M: Onu tanıtım metnine yazıyoruz, çünkü seviyoruz da bir yandan. Ama oyun birebir öyle bir yere gitmiyor sanki.
S: Aslında düşününce, kendi aramızda çok sık şu an yaşadığımız şehrin delirmeye yakın bir vaziyeti olduğundan bahsediyoruz. Başka bir yerde bir şey üretmeye çalışsak belki bu kullandığımız sesin yarısını kullanmayacağız. Belki o konuşmaların yansıması olmuş olabilir.
M: Aslında daha genel baktığımda, etrafımdaki müzisyenlere de baktığımda İstanbul’un getirdiği bu kaosun bütün sanat eserlerine sindiğini düşünüyorum. Herkes bağırıyor. Popüler müzikten bahsetmeyeceksem, herkesin müziğinde bir isyan, ritmlerinde bir agresyon var. Bence SAR’a da sirayet etmiştir.
S: Bence bir fiziksel karşılığı var. Çünkü bu şehirde yaşadığımızdan, zaten artık bir sürü sesi duymuyoruz. Belli bir desibelin aşağısı neredeyse yok. Dolayısıyla üretirken de o desibelin üzerinde üretiyoruz. Kaldı ki, insan üretirken ister istemez olanın üzerine çıkmaya çalışıyor, bunun üstüne çıkayım ki beni duysun diyor. Bence o deliliğin vermiş olduğu bir taraf vardır.
M: En başta sadeliğiyle, basitliğiyle ilgili bir şey söylemiştin. Oraya dönmek istiyorum. Basit olanı yakalamak o kadar zor ki. Önce o kalabalığın, kaosun, o desibelin üzerinde bir şey yapmak, sonra o desibelin en alt katmanındaki hissiyatı bulman gerekiyor. En üste çıkıp, sonra en altta ne vardı acaba diyip oraya bakman gerekiyor. Bence bir şeyin basit olabilmesi en zor şeylerden biri.
S: Seyirci girdiğinde bir müzik var ya, o müzik aslında şehrin müziği. Geçerken İstiklal’de de duyabilirsin onu. İnsanlar aslında sokaktan içeri girdikleri zaman sokak alışkanlıkları hâlâ devam ediyor ve bir farklılık olduğunun farkında bile değiller. Orada bir şey çalıyor, evet duyuyorlar, ama özellikle dinlemiyorlar. Çünkü onu öyle algılamaya o kadar alışıklar ki. O sırada yerlerinin neresi olduğuyla ilgileniyorlar, sohbet ediyorlar. Tam olarak “buraya” gelene kadar bir zaman geçiyor. Benim de ilk başta o sessizliğe ihtiyacım oluyor. Müziğin sesini yeterince açtım mı acaba, diye düşünerek başlıyorum. Tabii ki bu her mekanda değişiyor. O ilk girişte, her defasında acaba duyuluyor mu, biraz daha mı versem acaba diye başlıyorum, hep öyle giriyorum.
Peki izleyici sayısı da sesle ilgili bir değişiklik yaratıyor mu?
S: Daha ziyade mekana göre değişiyor. Mesela Bozcaada’da bir mekanda oynadık; ses biraz fazla oldu, camlar titremeye başladı. Aşağıya inecek sandık.
M: İzleyici sayısı vs. üzerinden düşünürsek... İzleyiciyle oyunda bir kez göz göze geliyoruz. Onun dışında bir göz temasımız yok. O da torbanın yırtıldığı ân. Torbanın yırtılması, seyirciyle göz göze gelinen bir ânda oluyor. Seyirciyle tek kontaktımız o aslında. Onun dışında seyirciyle birebir kontakt kurmuyoruz. Biz sanki bir fanusun içindeymişiz gibi. Ama o fanusun bir anda kırıldığı, seyirciyle ilk defa göz göze gelinen bir ân var. O da benim oyunda en sevdiğim ân. Çok değerli bir ân oluyor.
Orada umut da var sanki.
M: Evet, bence de orası umutlu bir an.
S: Belki biraz kızgın bir ân.
M: Bu oyun umudu çok sona saklıyor. Neredeyse son 30 saniyeye bırakıyor bile diyebilirim. Çok çok sonda.
Belki o umutsuzluğun ardından o umudu kısacık vermeniz bizi ferahlatıyor. O duyguyu tüketmeden, o duyguyla gösteriden çıkmış oluyoruz.
Oyunun çağrıştırdıklarına geri dönersek...
S: Bizim en çok rahatladığımız yer orası oldu. Türkiye’de çok oynadık, İstanbul’da çok oynadık ama mesela yurtdışına gittiğimizde de benzer muhabbetler oluyor. Çünkü bir sürü farklı problemi benzer şekilde tarif ediyor insanlar. Benim türban meselem var diyor, ya da mesela sahneye çıkıp çalamıyor İran’daki kadın, oradan o da onu almış gitmiş oluyor. Demek ki biraz doğru bir noktadan anlatmaya başlamışız gibi hissediyorum.
M: İyinin kötünün savaşı diyor kimi de, siyahla beyazın. Ki o da enteresan bir izleme, bakış açısı. Ben böyle bir gösteriye gitsem hiçbir şekilde öyle izlemezdim ama siyahla beyazın mücadelesi olarak izlersem de hoşuma gidiyor.
S: Poşete takılanlar oluyor. Ben baştan sona kağıtla iyiydim, diyor.
M: Poşet burada sahneye dışarıdan dâhil oluyor bir anda. Oyun bir kağıt ve bir performer arasındayken ve her şey seyircinin gözü önündeyken poşet saklanmış bir yerden işin içine dâhil oluyor ve bana soracak olursan orada dramaturjik olarak bir eksiklik var. Biz onu çok çalıştık, cebimde saklıyorum, içimde saklıyorum, yoksa yere mi yapıştırsak falan filan.
Bana kalırsa, dışarıdan gelmesinin de bir anlamı var. Dışarıdan gelen ve o dünyaya ait olmayan bir şey olarak düşünülünce başka anlamlara yer açıyor.
M: Oradaki avantaj şu oluyor. Hem kağıdı yönlendiriyorum, hem kağıdın içinden çıkan kuşu, biraz sanki kukla oynatıcısı gibi ama tam bir kukla anlatıcısı da değil, bazen de anlatıcı gibi. Bu mevzuyu bırakıp birden bir şey alıyorum. Ben performer olarak orada bir çapak görüyorum ama artık bulmaya çalışmıyorum.
S: Çalışma bence de. Sadece siyah olsun, yeter.
M: Gerçek anlamda üzerinde “Koroplast” yazan bir çöp torbası olsun diyenler de oldu, ki o da bir kafa bu arada, ama biz yazısız olanı tercih ederdik.
Peki iki çok eski arkadaş olarak, birlikte çalışmak, özellikle de doğaçlama yürüyen bir işin üzerinde çalışmak, nasıldı?
M: Çok keyifliydi. İkimiz de kendi alanlarımızda daha detaylaşmaya, yoğunlaşmaya çalıştığımız evrelerden geçtik ve bunun da bir zamanı vardı. Ama aynı zamanda birlikte bir sürü minik minik prodüksiyon yaptık. İkimiz de Sayat Nova Korosu’nun elemanlarıydık.
S: Ya da bireysel yaptığımız işlerde yeri geliyor dirsek temasında bulunuyoruz. Mesela, ÇAK’ta başka bir oyun çıkıyordur, denk gelmişimdir ya da ben bir şey yapıyorumdur, Mihran üzerine bir şey söylemiştir. Yani aslında aradaki ip hiç kopmadığı için belki de böyle bir iş çıktı.
M: Tabii üretim anında da birbirimizi özgür bırakmamız çok değerli bir şey. Birbirimize feedback veriyoruz, o feedback’leri değerlendiriyoruz ikimiz de. Üretimde, diyalogda çok olan bir şeydir; kolektif çalışmalarda söyleminle diğerinin hayal gücünün önünü tıkama potansiyelin olur. Halbuki belki düşünde tam anlatamamıştır orayı, eylemde anlatabilecektir. Sırf senin söylediğinden dolayı oraya girmeye çekinir. Bizim çalışmamızda böyle bir şey hiç yaşanmadı. Aksine, birbirimize teşvik edici geri dönüşler yaptık. O da kısa sürede işi çıkarmamızı sağladı.
S: Muhtemelen tabii çok uzun zamandır tanışıklığımız ve birikimimiz olduğu içindir.
M: Aynı mevzulara benzer açılardan bakıyoruz hayatta; işlerimize de yansıyor o.
Ne kadar sürede çıktı bu arada?
M: Toplasan bir ay. Yan yana koysan bütün tarihleri, bir ay çalışmışızdır. İyi bir süre. Literatüre göre konuşursak kreasyon süreçleri 9 hafta sürüyor, aslında. Ama biz çalıştığımız zamanları iyi kullandık. Yoğun ve iyi çalıştık, bir ayda çıkardık.
Kağıt kırılgan ama bir yandan da çok yumuşak bir maddeselliği çağrıştırıyor. Materyal olarak düşünürsek sanki müzik de öyle; bir yandan çok sivrilebilecek, bir yandan yumuşayabilecek bir şey. Sanki iki materyal arasında mecaz dünyasında bir sürü benzerlik var, ne dersiniz?
S: Müziği düşünürken kağıt baya yol verdi bana. O kağıdın minicik sesleri de var, biraz önce dediğim gibi toplamaya kalktığın zaman da çıkardığı kocaman bir sesten bahsediyoruz. Dolayısıyla ben de doğaçlarken müziğin bir aralıkta olması gerektiğini hissettim hep. Yani bazen aşağılarda bazen yukarılarda... Kağıdın beni yönlendirdiği yerlerden biri de orası aslında. Dolayısıyla oyunu da şekillendiren şeylerden biri.
M: Tabii biz birkaç farklı kağıt denedik. Projenin bir aşamasıydı bu. Gramaj olarak daha ağır olanlar, kahverengi sarı paket kağıtları, kalın kirli sarı... Öyle kağıtlarla da denedik. Ama bu bulduğumuz kağıt en nihayetinde götürmesi getirmesi bantlaması en kolay kağıt oldu. Doğru malzemeyi bulabilmek de bence işin önemli bir aşaması.
Tabii hareketin bütün niteliğini, dramaturjisini, enerjisini de belirliyor.
Geliştirip o en sade en duru olana ulaşmak hakikaten çok zor.
M: O noktada inanacaksın, inat edeceksin, zamanla ilgili telaşa kapılamayacaksın, sabredeceksin gerçekten. Bir de ilk seferinden basitliğe ulaşamıyorsun zaten. Müzik yaparken de öyle. Bir sürü kaostan sonra şunu da çıkarayım diyorsun, yavaş yavaş eliyorsun. Her şeyi önce bir döküyorsun, sonra elemeye başlıyorsun.
S: İki bavulla gidiyordum ilk provalara, şu anda oyuna bir çantayla gidiyorum.
M: Berkun Oya’nın bir lafı vardı; en sevdiğin şeyleri öldür, kaldır diye. Ona çok katılıyorum. Çünkü senin çok severek tutkuyla bağlandığın bir şey aslında diğer tarafı görmeni engelleyecek bir yerde duruyor olabilir. Onu kaldırdığın zaman belki hiçbir şey kaybetmiyordur oyun.
Öyle attığınız şeyler oldu mu?
M: Şu anda hatırlamıyorum ama oldu.
S: Oldu evet.
M: Oyunda hala bıçak sırtı yerler var bence. Ajitasyona gidebilecekken ama gitmeyen kısımlar hala var.
S: Şeyi attık mesela, parçalandıktan sonra ikiye bölünüp iki tarafmış gibi yaptığımız bir bölüm vardı.
M: Tabii ben onlarla başka şekiller yapmaya çalışıyordum. Tabii, öyle bir şeyleri yaparken kuş geldi galiba. Biz hiçbir zaman bir kuş olsun demedik. Doğaçlamanın içinden çıktı. Elime belki kağıt aldım, o anda belki öyle bir müzik çalıyordu ki onun bir kuş olduğuna karar verdik.
S: Tabii burada şeyi söylemek lazım; dış göz, izleyen konusu. ÇAK tayfasından birilerine izletiyorduk sürekli. Bir şeyler yapıyorduk, yapıyorduk ama en azından şu bölümleri bir alalım ve izletelim diyorduk.
M: Aynı şeyle uğraşırken bir süre sonra içinde kayboluyorsun. Dışarıdan biri, dış göz olarak hiç bilmeden baktığı zaman sana öyle bir şey söylüyor ki hemen kapılar açılıyor.
Çalışma esnasında aranızda eşit bir ilişki kurduğunuzu söyleyebilir miyiz?
M: Biz mesela 15. yılımıza geldik, daha yönetmensiz bir yapının peşindeyiz burada. Çok zor bir şey ama işin içindeki bütün bileşenlere daha fazla özgürlük alanı tanıyan bir yöntem. Diğer yöntemi de, yönetmenli yöntemi de çok iyi biliyorum deneyimlerimden. Ama diğeri daha çok hoşuma gidiyor benim. Neredeyse bütün işlerimizde konsept yazıyoruz, öyle geçiyor.
SAR yola çıkarken seyirciyle nasıl bir ilişki kurmayı amaçladı, sonunda nasıl bir ilişki çıktı ortaya?
M: Sadece Türkiye izleyicisine hitap eden bir gösteri olmamasına özen gösterdiğimizi biliyorum. Onun dışında bu konu üzerine çok konuştuğumuz bir konu olmadı. Seyirciyi düşünerek oyunu çıkarmadık ama oyun sürecinde bunun uluslararası bir seviyede olmasına özen gösterdik. O yüzden de bazı yerleri kesin törpülemişizdir. Geldiği aşamadan da çok memnunuz. Viyana’ya da gittik, Fransa’ya da gittik, Tahran’a da gittik ve işlediğini gördük. Çin’e de gitsek işleyeceğini biliyorum. O anlamda çoklu kültüre hizmet eden bir oyun oldu. Bir de bence yaşsız bir oyun oldu. 4 sene sonra da oynayabilirim ben bu oyunu, gündemden bir şey kaybedeceğini düşünmüyorum. Çünkü insan hep mücadele ediyor, derdi bitmiyor. Oyunda da o dert var zaten, ortaya bir dert koyuluyor kağıt aracılığıyla. O yüzden de yaşsız bir oyun. Kendi adıma, bedenim elverdiğince oynayabileceğim bir oyun. Yaştan bahsedince, oyun farklı yaşlardan seyircileri de ilgilendirecektir muhtemelen. Yalnızca çocuk izleyici konusunda hala emin olamıyorum. Bazen oyun öncesi diyorlar 10 yaşında bir izleyici var; gelsin diyorum. Ama daha küçüğünden emin olamıyorum. Çünkü mesela gülüyor, o zaman atmosfer bozulmuş oluyor. Ama bir yandan da çok istiyorum çocuklara oynamayı. Belki çocuklara oynadığımız bir gösteri olur, aileler çocuklarıyla gelir. Ama 10 yaş altını korkutabilir gibi bir endişemiz var.
Başka yaş grupları nasıl algılıyor peki oyunu?
M: 10 yaşından 80 yaşına kadar gidebilir. Beş lisede oynadık oyunu. Lise çağı öğrencileriyle çok iyi geçti. Marsilya’daki seyirci de orta yaş üstüydü, ki o da işledi baya. Kaldı ki oradaki seyirci hiç çağdaş dans, performans sanatları izlemeyen, daha klasik tiyatro izleyicisiydi. Onlar için de başka bir pencere açıldı hayatlarında.
Benim mesela annemi getirmeye cesaret edebileceğim bir oyun.
M: Bu arada bu cümleyi bize çok sık kullanıyorlar. Getirsen hoşuna gidebilir. En azından müzikler güzeldi der. Oyun bence bir yerinden yakalıyor seyirciyi.
M: Şimdiye kadar çok negatif eleştiri almadık.
S: İran’da, oradaki Ermenilere oynadığımızda Ermenilik üzerinden, müzik üzerinden birkaç eleştiri aldık.
Oyundan sonra seyirciyle yaptığınız söyleşi de performansınızın bir parçası gibi düşünülebilir mi?
S: Marsilya’da bir seyirci mesela ben aslında hiç sevmem oyundan sonra böyle konuşmayı, kendi içimde bir pişirmem lazım dedi ama o gün iyi hissetmiş.
M: Belki onu söylemek de lazım. Aslında gösterinin hissiyatıyla çıkıp gitmek isteyen gitmeli. Çünkü ondan sonra belki ne Ermenilik ne Kürtlük hiç böyle şeyler duymak istemeyebilir. Bu da çok anlaşılır bir şey. Ama seyirciyle beraber dibe inmek de çok keyifli oluyor. Genelde yüzde seksen oturuyor seyirci. O da çok önemli bir şey. Biz hiçbir zaman çıktığımızda beş kişiyle karşılaşmıyoruz. 20 kişi gelmişse 15’i oturuyor.
S: İlk başta kimse bir şey söylemiyor tabii.
M: Orada da çıkıp oyunu anlatmaktansa biraz kendimizi tanıtıp seyirciyi konuşturmaya çalışıyoruz. O da zor bir şey. Çünkü konuşmayı çok iyi bilen insanlar değiliz sonuçta, müzik ve hareket üzerinden hayatımızı idame ettirdiğimiz için. Konuşmak bizim için daha zor bir şey.
S: Bir de aslında o muhabbetin benim en sevdiğim tarafı şu: Oyun bitiyor, Mihran diyor ki oyundan sonra birazdan bir söyleşimiz olacak. Gelip oturduğumuz andan itibaren seyircinin yüzde doksanı hikayemizin ne olduğunu söylememizi bekliyor.
M: Evet, önce böyle bir gerilim oluyor.
S: Sanki şimdi biz bir şey açıklayacağız ve aslında o bizim için çakmaktı, diyeceğiz. Onu bekliyor bizden sürekli. Aslında biz de tam tersi ondan bekliyoruz. O kağıtta sen gördün, onu bekliyoruz.
M: Onun yolunu da tam bulamadık. Çünkü o sadece seyirciyle karşı karşıya geldiğinde pratik edebildiğin bir şey. Bazen çok güzel işliyor, seyircilerden bir tanesi analize başlıyor, kendi aralarında tartışmaya başlıyorlar. Biz aradan çekilebiliyorsak zaten, o en güzeli.
Sahnede izlediğimiz şeye zaten bir şekilde dahil hissediyoruz ancak onu söyleşiye taşıyınca performans tamamlanıyor gibi hissediyorum. Bütünüyle, görselliğiyle de uyumlu oluyor. Konuşmanın içeriğinden değil, sizinle göz göze konuşmuş olmaktan dolayı.
M: Gösteri iki bölümden oluşuyor gibi düşünebiliriz. O da gösterinin bir parçası. Bir dış mandal gibi değil, birinci bölüm ve ikinci bölüm gibi bir şey aslında biraz. Çünkü orada analiz yaptıkça, ondan keyif alan da bir seyirciyse bu sefer coşuluyor orada ve baya keyifli oluyor.
S: İnsanların kendilerini ifade etmeleri açısından da çok güzel bir deneyim oluyor. Genelde buradaki seyirciyle yurtdışındaki seyirci çok farklı oluyor. Mesela, Marsilya’daki seyirci oyun bitince şakır şakır konuşuyor. Bizde bir çekingenlik var, önce başkaları konuşsun sonra ben konuşayım gibi.
M: Yurtdışında oynadığın zaman Türkiye üzerinden de çok soru geliyor: “Türkiye’de sanat üretimi nasıl oluyor?”, “Türkiye’de Ermenilik nasıl?” gibi. Oyunu analiz etmektense öncelikle Türkiye sorunsallarını ve imajını açmanı istiyorlar. Ondan sonra oyun üzerine bir diyalog başlıyor. Böyle bir handikapı oluyor ister istemez.
Bu handikap sizce Türkiye’de de geçerli mi? Sanki Türkiye’de de Ermeni toplumundan gelen biri olarak bir iş yaptığın zaman izleyicide/okurda/alımlayanda azınlığa dışarıdan bakıyor olma hâli ortaya çıkıyor. Gösteriyi, Ermenilikten gelen bir hikaye olarak ortaya koymamanız, azınlık olma durumunu egzotikleştirmeye karşı bir şey olarak da işliyor diyebilir miyiz?
M: Evet, çünkü ona hemen etiket veriyorsun, o etiketle izliyor. O etiketlerin hepsini kaldırıp saf bir taraftan, bir adam bir kağıtla mücadele ediyor diye baktığın zaman o mücadeleye Kürdistan da giriyor, sınavları da giriyor, iklim giriyor, bir sürü şey giriyor. Bu iş bizim kendimizi iyileştirmek için yaptığımız bir şey. Ama ben kendimi iyileştirebiliyorsam başkasına da faydam olacak demektir bu.
S: Hatta o yazıyı yazmamakla ilgili de baya konuştuk. Dağ demesek mi diye...
M: Bir dağ hikayesini yazısız da denemişliğimiz var. Yazısız, direkt kağıt. En son geldiğimiz noktada, onun bir dağ olarak izlenmesine ikna olduk ikimiz de.
M: Oyun metniyle başlamıştık, oyun metniyle bitirelim. Hikaye içinde hikaye içinde hikaye gibi bir dramaturjisi var. Bir şey bir şeye dönüşüyor, oradan bir şeye dönüşüyor, o dönüşen şey de bir başka şeye.... Hep bir şey bir şeye dönüşüyor oyunda. Tanıtım metnini de yazarken aslında bu dönüşümü düşündük. Ama orada benim en sevdiğim şey torunların nerede uyandığıyla ilgilenir cümlesi, ki o torunlar da bizi temsil ediyor. Bizim ne yaptığımızla ilgileniyor aslında oyun. O yüzden de bütün o geçmişin getirdiği yükü serbest bırakabilmek için bu işi yaptık. Çünkü bizim üzerimizde o yük var. Bitti mi gitti mi desen öyle bir şey yok da...
S: En azından biraz rahatlattı.
10 Ocak 2018
Çıplak Ayaklar Kumpanyası, İstanbul
S: Daha ziyade mekana göre değişiyor. Mesela Bozcaada’da bir mekanda oynadık; ses biraz fazla oldu, camlar titremeye başladı. Aşağıya inecek sandık.
M: İzleyici sayısı vs. üzerinden düşünürsek... İzleyiciyle oyunda bir kez göz göze geliyoruz. Onun dışında bir göz temasımız yok. O da torbanın yırtıldığı ân. Torbanın yırtılması, seyirciyle göz göze gelinen bir ânda oluyor. Seyirciyle tek kontaktımız o aslında. Onun dışında seyirciyle birebir kontakt kurmuyoruz. Biz sanki bir fanusun içindeymişiz gibi. Ama o fanusun bir anda kırıldığı, seyirciyle ilk defa göz göze gelinen bir ân var. O da benim oyunda en sevdiğim ân. Çok değerli bir ân oluyor.
Orada umut da var sanki.
M: Evet, bence de orası umutlu bir an.
S: Belki biraz kızgın bir ân.
M: Bu oyun umudu çok sona saklıyor. Neredeyse son 30 saniyeye bırakıyor bile diyebilirim. Çok çok sonda.
Belki o umutsuzluğun ardından o umudu kısacık vermeniz bizi ferahlatıyor. O duyguyu tüketmeden, o duyguyla gösteriden çıkmış oluyoruz.
Oyunun çağrıştırdıklarına geri dönersek...
S: Bizim en çok rahatladığımız yer orası oldu. Türkiye’de çok oynadık, İstanbul’da çok oynadık ama mesela yurtdışına gittiğimizde de benzer muhabbetler oluyor. Çünkü bir sürü farklı problemi benzer şekilde tarif ediyor insanlar. Benim türban meselem var diyor, ya da mesela sahneye çıkıp çalamıyor İran’daki kadın, oradan o da onu almış gitmiş oluyor. Demek ki biraz doğru bir noktadan anlatmaya başlamışız gibi hissediyorum.
M: İyinin kötünün savaşı diyor kimi de, siyahla beyazın. Ki o da enteresan bir izleme, bakış açısı. Ben böyle bir gösteriye gitsem hiçbir şekilde öyle izlemezdim ama siyahla beyazın mücadelesi olarak izlersem de hoşuma gidiyor.
S: Poşete takılanlar oluyor. Ben baştan sona kağıtla iyiydim, diyor.
M: Poşet burada sahneye dışarıdan dâhil oluyor bir anda. Oyun bir kağıt ve bir performer arasındayken ve her şey seyircinin gözü önündeyken poşet saklanmış bir yerden işin içine dâhil oluyor ve bana soracak olursan orada dramaturjik olarak bir eksiklik var. Biz onu çok çalıştık, cebimde saklıyorum, içimde saklıyorum, yoksa yere mi yapıştırsak falan filan.
Bana kalırsa, dışarıdan gelmesinin de bir anlamı var. Dışarıdan gelen ve o dünyaya ait olmayan bir şey olarak düşünülünce başka anlamlara yer açıyor.
M: Oradaki avantaj şu oluyor. Hem kağıdı yönlendiriyorum, hem kağıdın içinden çıkan kuşu, biraz sanki kukla oynatıcısı gibi ama tam bir kukla anlatıcısı da değil, bazen de anlatıcı gibi. Bu mevzuyu bırakıp birden bir şey alıyorum. Ben performer olarak orada bir çapak görüyorum ama artık bulmaya çalışmıyorum.
S: Çalışma bence de. Sadece siyah olsun, yeter.
M: Gerçek anlamda üzerinde “Koroplast” yazan bir çöp torbası olsun diyenler de oldu, ki o da bir kafa bu arada, ama biz yazısız olanı tercih ederdik.
Peki iki çok eski arkadaş olarak, birlikte çalışmak, özellikle de doğaçlama yürüyen bir işin üzerinde çalışmak, nasıldı?
M: Çok keyifliydi. İkimiz de kendi alanlarımızda daha detaylaşmaya, yoğunlaşmaya çalıştığımız evrelerden geçtik ve bunun da bir zamanı vardı. Ama aynı zamanda birlikte bir sürü minik minik prodüksiyon yaptık. İkimiz de Sayat Nova Korosu’nun elemanlarıydık.
S: Ya da bireysel yaptığımız işlerde yeri geliyor dirsek temasında bulunuyoruz. Mesela, ÇAK’ta başka bir oyun çıkıyordur, denk gelmişimdir ya da ben bir şey yapıyorumdur, Mihran üzerine bir şey söylemiştir. Yani aslında aradaki ip hiç kopmadığı için belki de böyle bir iş çıktı.
M: Tabii üretim anında da birbirimizi özgür bırakmamız çok değerli bir şey. Birbirimize feedback veriyoruz, o feedback’leri değerlendiriyoruz ikimiz de. Üretimde, diyalogda çok olan bir şeydir; kolektif çalışmalarda söyleminle diğerinin hayal gücünün önünü tıkama potansiyelin olur. Halbuki belki düşünde tam anlatamamıştır orayı, eylemde anlatabilecektir. Sırf senin söylediğinden dolayı oraya girmeye çekinir. Bizim çalışmamızda böyle bir şey hiç yaşanmadı. Aksine, birbirimize teşvik edici geri dönüşler yaptık. O da kısa sürede işi çıkarmamızı sağladı.
S: Muhtemelen tabii çok uzun zamandır tanışıklığımız ve birikimimiz olduğu içindir.
M: Aynı mevzulara benzer açılardan bakıyoruz hayatta; işlerimize de yansıyor o.
Ne kadar sürede çıktı bu arada?
M: Toplasan bir ay. Yan yana koysan bütün tarihleri, bir ay çalışmışızdır. İyi bir süre. Literatüre göre konuşursak kreasyon süreçleri 9 hafta sürüyor, aslında. Ama biz çalıştığımız zamanları iyi kullandık. Yoğun ve iyi çalıştık, bir ayda çıkardık.
Kağıt kırılgan ama bir yandan da çok yumuşak bir maddeselliği çağrıştırıyor. Materyal olarak düşünürsek sanki müzik de öyle; bir yandan çok sivrilebilecek, bir yandan yumuşayabilecek bir şey. Sanki iki materyal arasında mecaz dünyasında bir sürü benzerlik var, ne dersiniz?
S: Müziği düşünürken kağıt baya yol verdi bana. O kağıdın minicik sesleri de var, biraz önce dediğim gibi toplamaya kalktığın zaman da çıkardığı kocaman bir sesten bahsediyoruz. Dolayısıyla ben de doğaçlarken müziğin bir aralıkta olması gerektiğini hissettim hep. Yani bazen aşağılarda bazen yukarılarda... Kağıdın beni yönlendirdiği yerlerden biri de orası aslında. Dolayısıyla oyunu da şekillendiren şeylerden biri.
M: Tabii biz birkaç farklı kağıt denedik. Projenin bir aşamasıydı bu. Gramaj olarak daha ağır olanlar, kahverengi sarı paket kağıtları, kalın kirli sarı... Öyle kağıtlarla da denedik. Ama bu bulduğumuz kağıt en nihayetinde götürmesi getirmesi bantlaması en kolay kağıt oldu. Doğru malzemeyi bulabilmek de bence işin önemli bir aşaması.
Tabii hareketin bütün niteliğini, dramaturjisini, enerjisini de belirliyor.
Geliştirip o en sade en duru olana ulaşmak hakikaten çok zor.
M: O noktada inanacaksın, inat edeceksin, zamanla ilgili telaşa kapılamayacaksın, sabredeceksin gerçekten. Bir de ilk seferinden basitliğe ulaşamıyorsun zaten. Müzik yaparken de öyle. Bir sürü kaostan sonra şunu da çıkarayım diyorsun, yavaş yavaş eliyorsun. Her şeyi önce bir döküyorsun, sonra elemeye başlıyorsun.
S: İki bavulla gidiyordum ilk provalara, şu anda oyuna bir çantayla gidiyorum.
M: Berkun Oya’nın bir lafı vardı; en sevdiğin şeyleri öldür, kaldır diye. Ona çok katılıyorum. Çünkü senin çok severek tutkuyla bağlandığın bir şey aslında diğer tarafı görmeni engelleyecek bir yerde duruyor olabilir. Onu kaldırdığın zaman belki hiçbir şey kaybetmiyordur oyun.
Öyle attığınız şeyler oldu mu?
M: Şu anda hatırlamıyorum ama oldu.
S: Oldu evet.
M: Oyunda hala bıçak sırtı yerler var bence. Ajitasyona gidebilecekken ama gitmeyen kısımlar hala var.
S: Şeyi attık mesela, parçalandıktan sonra ikiye bölünüp iki tarafmış gibi yaptığımız bir bölüm vardı.
M: Tabii ben onlarla başka şekiller yapmaya çalışıyordum. Tabii, öyle bir şeyleri yaparken kuş geldi galiba. Biz hiçbir zaman bir kuş olsun demedik. Doğaçlamanın içinden çıktı. Elime belki kağıt aldım, o anda belki öyle bir müzik çalıyordu ki onun bir kuş olduğuna karar verdik.
S: Tabii burada şeyi söylemek lazım; dış göz, izleyen konusu. ÇAK tayfasından birilerine izletiyorduk sürekli. Bir şeyler yapıyorduk, yapıyorduk ama en azından şu bölümleri bir alalım ve izletelim diyorduk.
M: Aynı şeyle uğraşırken bir süre sonra içinde kayboluyorsun. Dışarıdan biri, dış göz olarak hiç bilmeden baktığı zaman sana öyle bir şey söylüyor ki hemen kapılar açılıyor.
Çalışma esnasında aranızda eşit bir ilişki kurduğunuzu söyleyebilir miyiz?
M: Biz mesela 15. yılımıza geldik, daha yönetmensiz bir yapının peşindeyiz burada. Çok zor bir şey ama işin içindeki bütün bileşenlere daha fazla özgürlük alanı tanıyan bir yöntem. Diğer yöntemi de, yönetmenli yöntemi de çok iyi biliyorum deneyimlerimden. Ama diğeri daha çok hoşuma gidiyor benim. Neredeyse bütün işlerimizde konsept yazıyoruz, öyle geçiyor.
SAR yola çıkarken seyirciyle nasıl bir ilişki kurmayı amaçladı, sonunda nasıl bir ilişki çıktı ortaya?
M: Sadece Türkiye izleyicisine hitap eden bir gösteri olmamasına özen gösterdiğimizi biliyorum. Onun dışında bu konu üzerine çok konuştuğumuz bir konu olmadı. Seyirciyi düşünerek oyunu çıkarmadık ama oyun sürecinde bunun uluslararası bir seviyede olmasına özen gösterdik. O yüzden de bazı yerleri kesin törpülemişizdir. Geldiği aşamadan da çok memnunuz. Viyana’ya da gittik, Fransa’ya da gittik, Tahran’a da gittik ve işlediğini gördük. Çin’e de gitsek işleyeceğini biliyorum. O anlamda çoklu kültüre hizmet eden bir oyun oldu. Bir de bence yaşsız bir oyun oldu. 4 sene sonra da oynayabilirim ben bu oyunu, gündemden bir şey kaybedeceğini düşünmüyorum. Çünkü insan hep mücadele ediyor, derdi bitmiyor. Oyunda da o dert var zaten, ortaya bir dert koyuluyor kağıt aracılığıyla. O yüzden de yaşsız bir oyun. Kendi adıma, bedenim elverdiğince oynayabileceğim bir oyun. Yaştan bahsedince, oyun farklı yaşlardan seyircileri de ilgilendirecektir muhtemelen. Yalnızca çocuk izleyici konusunda hala emin olamıyorum. Bazen oyun öncesi diyorlar 10 yaşında bir izleyici var; gelsin diyorum. Ama daha küçüğünden emin olamıyorum. Çünkü mesela gülüyor, o zaman atmosfer bozulmuş oluyor. Ama bir yandan da çok istiyorum çocuklara oynamayı. Belki çocuklara oynadığımız bir gösteri olur, aileler çocuklarıyla gelir. Ama 10 yaş altını korkutabilir gibi bir endişemiz var.
Başka yaş grupları nasıl algılıyor peki oyunu?
M: 10 yaşından 80 yaşına kadar gidebilir. Beş lisede oynadık oyunu. Lise çağı öğrencileriyle çok iyi geçti. Marsilya’daki seyirci de orta yaş üstüydü, ki o da işledi baya. Kaldı ki oradaki seyirci hiç çağdaş dans, performans sanatları izlemeyen, daha klasik tiyatro izleyicisiydi. Onlar için de başka bir pencere açıldı hayatlarında.
Benim mesela annemi getirmeye cesaret edebileceğim bir oyun.
M: Bu arada bu cümleyi bize çok sık kullanıyorlar. Getirsen hoşuna gidebilir. En azından müzikler güzeldi der. Oyun bence bir yerinden yakalıyor seyirciyi.
M: Şimdiye kadar çok negatif eleştiri almadık.
S: İran’da, oradaki Ermenilere oynadığımızda Ermenilik üzerinden, müzik üzerinden birkaç eleştiri aldık.
Oyundan sonra seyirciyle yaptığınız söyleşi de performansınızın bir parçası gibi düşünülebilir mi?
S: Marsilya’da bir seyirci mesela ben aslında hiç sevmem oyundan sonra böyle konuşmayı, kendi içimde bir pişirmem lazım dedi ama o gün iyi hissetmiş.
M: Belki onu söylemek de lazım. Aslında gösterinin hissiyatıyla çıkıp gitmek isteyen gitmeli. Çünkü ondan sonra belki ne Ermenilik ne Kürtlük hiç böyle şeyler duymak istemeyebilir. Bu da çok anlaşılır bir şey. Ama seyirciyle beraber dibe inmek de çok keyifli oluyor. Genelde yüzde seksen oturuyor seyirci. O da çok önemli bir şey. Biz hiçbir zaman çıktığımızda beş kişiyle karşılaşmıyoruz. 20 kişi gelmişse 15’i oturuyor.
S: İlk başta kimse bir şey söylemiyor tabii.
M: Orada da çıkıp oyunu anlatmaktansa biraz kendimizi tanıtıp seyirciyi konuşturmaya çalışıyoruz. O da zor bir şey. Çünkü konuşmayı çok iyi bilen insanlar değiliz sonuçta, müzik ve hareket üzerinden hayatımızı idame ettirdiğimiz için. Konuşmak bizim için daha zor bir şey.
S: Bir de aslında o muhabbetin benim en sevdiğim tarafı şu: Oyun bitiyor, Mihran diyor ki oyundan sonra birazdan bir söyleşimiz olacak. Gelip oturduğumuz andan itibaren seyircinin yüzde doksanı hikayemizin ne olduğunu söylememizi bekliyor.
M: Evet, önce böyle bir gerilim oluyor.
S: Sanki şimdi biz bir şey açıklayacağız ve aslında o bizim için çakmaktı, diyeceğiz. Onu bekliyor bizden sürekli. Aslında biz de tam tersi ondan bekliyoruz. O kağıtta sen gördün, onu bekliyoruz.
M: Onun yolunu da tam bulamadık. Çünkü o sadece seyirciyle karşı karşıya geldiğinde pratik edebildiğin bir şey. Bazen çok güzel işliyor, seyircilerden bir tanesi analize başlıyor, kendi aralarında tartışmaya başlıyorlar. Biz aradan çekilebiliyorsak zaten, o en güzeli.
Sahnede izlediğimiz şeye zaten bir şekilde dahil hissediyoruz ancak onu söyleşiye taşıyınca performans tamamlanıyor gibi hissediyorum. Bütünüyle, görselliğiyle de uyumlu oluyor. Konuşmanın içeriğinden değil, sizinle göz göze konuşmuş olmaktan dolayı.
M: Gösteri iki bölümden oluşuyor gibi düşünebiliriz. O da gösterinin bir parçası. Bir dış mandal gibi değil, birinci bölüm ve ikinci bölüm gibi bir şey aslında biraz. Çünkü orada analiz yaptıkça, ondan keyif alan da bir seyirciyse bu sefer coşuluyor orada ve baya keyifli oluyor.
S: İnsanların kendilerini ifade etmeleri açısından da çok güzel bir deneyim oluyor. Genelde buradaki seyirciyle yurtdışındaki seyirci çok farklı oluyor. Mesela, Marsilya’daki seyirci oyun bitince şakır şakır konuşuyor. Bizde bir çekingenlik var, önce başkaları konuşsun sonra ben konuşayım gibi.
M: Yurtdışında oynadığın zaman Türkiye üzerinden de çok soru geliyor: “Türkiye’de sanat üretimi nasıl oluyor?”, “Türkiye’de Ermenilik nasıl?” gibi. Oyunu analiz etmektense öncelikle Türkiye sorunsallarını ve imajını açmanı istiyorlar. Ondan sonra oyun üzerine bir diyalog başlıyor. Böyle bir handikapı oluyor ister istemez.
Bu handikap sizce Türkiye’de de geçerli mi? Sanki Türkiye’de de Ermeni toplumundan gelen biri olarak bir iş yaptığın zaman izleyicide/okurda/alımlayanda azınlığa dışarıdan bakıyor olma hâli ortaya çıkıyor. Gösteriyi, Ermenilikten gelen bir hikaye olarak ortaya koymamanız, azınlık olma durumunu egzotikleştirmeye karşı bir şey olarak da işliyor diyebilir miyiz?
M: Evet, çünkü ona hemen etiket veriyorsun, o etiketle izliyor. O etiketlerin hepsini kaldırıp saf bir taraftan, bir adam bir kağıtla mücadele ediyor diye baktığın zaman o mücadeleye Kürdistan da giriyor, sınavları da giriyor, iklim giriyor, bir sürü şey giriyor. Bu iş bizim kendimizi iyileştirmek için yaptığımız bir şey. Ama ben kendimi iyileştirebiliyorsam başkasına da faydam olacak demektir bu.
S: Hatta o yazıyı yazmamakla ilgili de baya konuştuk. Dağ demesek mi diye...
M: Bir dağ hikayesini yazısız da denemişliğimiz var. Yazısız, direkt kağıt. En son geldiğimiz noktada, onun bir dağ olarak izlenmesine ikna olduk ikimiz de.
M: Oyun metniyle başlamıştık, oyun metniyle bitirelim. Hikaye içinde hikaye içinde hikaye gibi bir dramaturjisi var. Bir şey bir şeye dönüşüyor, oradan bir şeye dönüşüyor, o dönüşen şey de bir başka şeye.... Hep bir şey bir şeye dönüşüyor oyunda. Tanıtım metnini de yazarken aslında bu dönüşümü düşündük. Ama orada benim en sevdiğim şey torunların nerede uyandığıyla ilgilenir cümlesi, ki o torunlar da bizi temsil ediyor. Bizim ne yaptığımızla ilgileniyor aslında oyun. O yüzden de bütün o geçmişin getirdiği yükü serbest bırakabilmek için bu işi yaptık. Çünkü bizim üzerimizde o yük var. Bitti mi gitti mi desen öyle bir şey yok da...
S: En azından biraz rahatlattı.
10 Ocak 2018
Çıplak Ayaklar Kumpanyası, İstanbul