Çürümüş Bir Şey Var Şatonun Altında
Rümeysa Ercan
Fiziksel Tiyatro Araştırmaları ekibinin yenilikçi bir üslupla sahneye koyduğu “Şatonun Altında” adlı oyununu nihayet 25-31 Mayıs 2022 tarihleri arasında gerçekleştirilen Bağımsız Tiyatrolar Buluşması TheatreIst’te izleme fırsatı buldum. Sahnelenmeye başladığı günden bu yana birçok ödüle layık görülen ve kapalı gişe oynayan oyun, bambaşka bir dünyaya götürüyor bizi. Lecoq’un oyunculuk pedagojisini temel alarak açılmış olan Fiziksel Tiyatro ve Komedi Okulu’nun ilk mezunları olan Pınar Akkuzu ve Gülsen Arsal oyuna hayat katarken, yönetmen Güray Dinçol performatif estetiğin sınırlarını zorluyor.
Shakespeare’in Macbeth eserinden uyarlanan oyunda, Macbeth’in trajik ve kanlı sonuçlanan ancak bir o kadar da ofansif mizah yaratan hikayesini dinliyoruz. Oyun metni oyuncular tarafından yeni bir dramaturjiyle ve belki de hiçbir zaman gün ışığına çıkmayacak olan bir buluşla ele alınmış. Elbette trajikliği, ihaneti, hırsı ve bu kadar kanlı bir vahşeti anlatıyor oluşu, katı düşünceleri ve duygusuzluğu insani boyutlarıyla sorgulatıyor. Ancak hikâyenin anlatılış biçimindeki yaratıcı öge, onu öylesine yabancılaştırarak komik bir forma çeviriyor ki bütün bunları gülerek algılamaya başlıyoruz. Macbeth’in ihtişamlı şatosunun altında çürüyen, şiddetin ve dehşetin her halini görmüş olan iki çamaşırcı May ve Poe anlatıyor bize bu trajediyi. Sahnede kanlı çarşaflardan, mandallardan ve leğenden başka hiçbir şey yok. Gizli bir iş çevirdikleri ve bunları kimseye anlatmamaya yeminli oldukları belli, ancak seyirciyi tanımaya başladıkça açıyorlar içlerini. Grotesk, clownesk ve “buffon” adını verdikleri oyunculuk yöntemleriyle iki kadın oyuncu da harika performanslar sergiliyorlar. Oyuncular gerek ses gerek beden kullanımlarıyla daha ilk anlarda bizi oyuna dahil ediyor ve oradaki şifreleri çözmeye çağırıyor. May ve Poe’nin oldukça ilkel ve sıra dışı görünümü, geçmişten bugüne gelirken geçirdikleri aşamaların da bir göstergesini ifade ediyor. Bu ikilinin çamaşırcı olması sarayın tüm iğrençliklerine, basitliklerine, dedikodularına ve vahşiliklerine şahit olmaları ancak bunları hep bir şekilde temizlemeye çalışmaları uyarlamanın temel çatışmalarından birini oluşturuyor. Ağızlarından kanlar damlayarak öldürülen kişinin kalbini yedikleri sahnede bu iki çamaşırcı kadının da bu vahşetten beslendiklerini anlıyoruz. Bu sahnede gösterge olarak pancar kullanmaları kanın yoğunluğunu ve sululuğunu imgelerken, bir yandan da hem seyirciyi tiksindirerek yabancılaştırmak hem de vahşetin daha içsel bir yerden anlaşılmasını sağlamak açısından oldukça dahiyane bir buluş. Kendilerine özgü beden dilleri, sesleri, konuşma biçimleri ve sahne üzerinde yaptıkları her şey bizi gerçekten de neredeyse iki bin yıl öncesinde şatonun içinden geldiklerine ikna ediyor. Performatif bir estetik yaratmanın yanı sıra, başvurdukları teatral yaklaşımlar oyunu farklı bir boyuta taşıyor. Çarşafların yeri geldiğinde insan gibi kullanılması, yeri geldiğinde bir organa dönüşmesi, yeri geldiğinde sadece çarşaf olma edimini göstermesi yani aslında sahne neyi gerektiriyorsa ona dönüşüyor olması, metin üzerinde kurdukları dramaturjiye hizmet ediyor. Sahnede Macbeth’in kral olma hikayesini trajikomik bir yerden anlatan oyuncuların seyirciyle de interaktif bir şekilde iletişim kurabilmeleri, hikâyenin günümüzdeki karşılığını bulmamıza yardımcı oluyor. Yer yer Macbeth metnini bilen seyirciler için daha anlamlı sonuçlar doğuruyor olsa da metni bilmeyenleri de farklı bir düşünsel sürece götürüyor. Babadan oğula geçen krallık sisteminde Macbeth’in bir oğlunun olmaması üzerinden yapılan tüm siyasi karalamaları ironik ve alaycı bir bakış açısıyla ele alıyor. Kaynak metinde Macbecth’in cadılarının “ana rahminden doğan kimsenin onu öldüremeyeceği” kehaneti ve sonunda Macbeth’i öldüren kişinin doğumunun farklı bir şekilde gerçekleşiyor olması üzerinden seyirciye yöneltilen sorular başka bir alanı da açıyor. Oyuncular seyircilerin arasına girerek nasıl doğduklarını sorduklarında ve düzenin işleyişinin nasıl ilerlediğini sorduklarında farklı bir düşünsel pencereyi aralıyorlar. Bu durum günümüzde de karşılığını bulan bir sorun olduğu için sadece Macbeth’e özgü olmaktan çıkarak evrensel bir soruna parmak basıyor. İki çamaşırcı yaşamlarının nasıl olduğunu bildiği tüm karakterleri kendilerine özgü bir teknikle canlandırırken bu geçişleri öylesine ustalıkla yapıyorlar ki adeta tarihi bir canlandırma beliriyor gözlerimizin önünde. Dolayısıyla güncel olanın içinde tarihsel bir anlatıyı deneyimlemiş bulunuyoruz. Bu kanlı ve gizemli hikâye alaycı bir üslupla sorgulamaya açılıyor. Tüm düzeni, düzenin kaynağını, aşkı, bağlılığı ve ihaneti, yüceltilen değerlerin alaşağı edilmesini teker teker izlerken gülmekten de kendimizi alamıyoruz. Özellikle tiyatro tarihinde her zaman güçlü bir kadın figür olarak anılan Lady Macbeth’in yorumlanışı, onun hiç gösterilmeyen kadınlığının vurgulanması ve cinayete azmettirici güç olarak gösterilmesinin alaşağı edilmesi oldukça önemli bir yerde duruyor. Kendilerini buffon olarak tanımlayan May ve Poe, aslında cinsiyetsiz bir kimliğe sahipler, ne olduklarını kim olduklarını anlayamasak bile düzenin içinde oradan oraya savrulan, tarihsel bir belleği oluşturan ve kanlı sayfalara tanıklık eden bu çamaşırcılar gerçeği tüm çıplaklığıyla eğlenceli bir şekilde gözler önüne sürüyor. Macbeth’in ülkeyi giderek dipsiz bir karanlığa çevirmesine şahit olmalarını, o tekinsiz dünyayı tüm şiddetiyle anlatmalarını delilik ve dahilik arasındaki sınırlarda tutuyorlar. Bunca vahşet dolu eylem sırasında rahatsız edici görünümleri ve tüm sıra dışı özelliklerine rağmen May ve Poe’ye karşı bir sempati duymaya başlıyoruz. Sanıyorum bu kadar zıt duyguyu bir arada tutabilen bir oyuna daha önce şahit olmamışızdır.
Fiziksel Tiyatro Araştırmaları’nın klasik bir hikâyeyi tamamen performatif olarak ele alması, Türkiye Tiyatrosu açısından oldukça yenilikçi bir bakış açısı. Hem oyunculuğun hem de sahnelemenin sınırlarını zorlayan bu yapım, dilerim ki başka uyarlamalarla da devam eder. Çünkü tıpkı Macbeth gibi şatonun altından açığa çıkması gereken öyle çok şey var ki! Pınar Akkuzu ve Gülden Arsal oyunun içinde sadece fiziki bedenleriyle değil, ruhen de varlar. Güray Dinçol’le birlikte yaptıkları işe o kadar inanmışlar ki bir an bile “acaba” ya yer bırakmıyorlar. Oyuncuların zaman zaman anlattıkları şeyin bir tiyatro olduğunu vurgulayan yabancılaştırmaları da oyuna ayrı bir renk katıyor.
Macbeth metnini çok ince bir noktadan ele aldıkları bu başarılı performans için kendilerini tebrik ediyor ve yollarının hep açık olmasını diliyorum.