Savaşın içindeki erkeğin erkeklikle imtihanı: Troas
Zeynep Baykal
Erkeklik kendini vermektir, savaşta ayrımsız verdim kendimi herkese, bu beni erkek yaptı.
Erkekliğin en çok erkeği ezdiğini söyler bir makalesinde antropolog Tayfun Atay[1]… Erkeğin erkek olmayı hak ettikten sonra taşıdığı iktidarı her daim hayata geçirmesi, hep yeniden üretmesi gerekir. Ondan beklenen budur çünkü dişiliğin tersi erkeklik verilen, bağışlanan bir şeydir ve her an geri alınabilme tehlikesini içinde barındırır. Savaş ve askerlik erkekliğin en temel üretin alanlarından biri olmakla birlikte bu tehlikenin de en görünür kılındığı alandır belki de…
Türk, Yunan ve Polonyalı sanatçıların ortaklığı ile oluşturulan Teatr Andra’nın, 2016- 2017 Sezonunda seyirci ile buluşan ilk projesi “Troas” herkesçe bilinen ve Avrupa tarihi içinde önemli bir yere sahip olan Truva savaşını konu alır gibi görünse de yüzyıllardır değişmemiş bir iktidar alanını, savaşı mekansız, zamansız bir anlatım ile ele alıyor. Oyun bir kahramanlık destanının ardında yatan şiddetin farklı erkeklikleri yeniden üretmesi üzerinden şekilleniyor. Seyirci ilk olarak kapkaranlık bir sahne ile karşılaşıyor. Kulakları tırmalayan savaş seslerinin arasında, ölüler diyarı Hades’in içinden çıkıp gelen erkek bedenleri sahne üzerinde deviniyor. Tüm bu fiziksel devinim, aydınlık- karanlık kullanımı ve silah, savaş, patlama seslerinin yarattığı kasvetin ortasındaki seyirci, üç kuşaktan erkeğin (komutan kral- asker oğul- torun) kendini gerçekleştirme / gerçekleştirememe hikayelerine şahit oluyor. Sahnelemede ön plana çıkan hareket monologlar halinde süren ve deneysel bir biçimde oluşturulan metnin şiirselliğiyle bir arada ilerliyor. Bu bedenselliğin monologlarla birebir ilişkili olmaması izlemeyi zorlaştırmakla birlikte seyirci için yeni bir seyir deneyimi yaratıyor. Dimitris Dimitriadis’in metninde monologların aynı oyuncu tarafından yorumlanacağı belirtilirken, yönetmen Alexandra Kazazou sahnede üç farklı oyuncu kullanarak ve bu oyuncuların rollerini bedensel devinimleri ile seslerini iç içe geçirerek farklı erkeklikleri savaşın yıkıcılığı altında ortaklaştırmış. Sahnelemede Komutan Priamos’da simgeleşen ve bedeniyle dışa vurulan iktidarın, asker- oğul Hektor ve torun Astyanax’ın ruhundaki ve bedenindeki yansımaları farklı hareketler üzerinden görselleştirilmiş. Savaşla erkekliğini kuran, varoluşunu bu sayede temellendiren, savaşın olmadığı yerde benliksiz kalan Priamos’un savaşla kurduğu bu semiyotik ilişki, Kerem Karaboğa’nın keskin jest- mimik ve ses kullanımı ile dışa vurulmuş. Salih Usta, babasının savaş seviciliğine alışamamış oğul asker Hektor’un savaşa adanmışlıkla uğradığı yıkımını, savrulan bedeni, sürekli düşüş halindeki bedeniyle ile sahne üzerine taşınmış. On yaşında savaşamadan yani erkek olamadan ölmenin mutsuzluğunu yaşan torun Astanax’ın, dedesine ve Onu var eden savaşla ilişkisine öykünüşü ise oyuncu Cem Yiğit Üzümoğlu’ nun etkileyici performansı ile seyirciye yansıtılmış. Sahnelemenin ilk bölümünde üç farklı erkek kendi anlatılarını monologlar üzerinden aktarırken döngüselliğin, vurucu tekrarların hakim olduğu ikinci bölümde üç karakter birbirlerinin sözlerini dillendirerek yoğun işitsel göstergeler ve bedensel devinimler eşliğinde birbirine dönüşmekte, birbirinin içine geçmekte. Bu noktada metindeki ana tema üzerine yapılan çeşitlemeler, sürekli tekrarlar, metnin kendine özgü müzikalitesi ve oyuncuların yoğun fiziksel ve işitsel performansları ile tekdüzelikten kurtulmuş görünüyor. Metnin deneyselliği ve yalınlığı sahneleme unsurlarında da kendini göstermiş. Kan dolu bir küvet, kanlı asker üniforması, şarap bardağı, oyunun sonunda küçük kızın yüzdürdüğü kağıt gemi ve oyuncularının dolandıkları beyaz kefen bezi haricinde sahne üzerinde dekor ya da kostüme yer verilmemiş. Buradaki kan, kanda kutsanma, kanda yıkanmak, kanlı asker üniforması gibi imgeler klişeleşmiş imgeler olarak görünse de oyunun somut bir temele oturmasına hizmet etmekte. Oyunun sonunda savaşın çirkinliğinin ortasından tertemiz pastel renkli kıyafetleri ve elindeki kağıt gemisi ile geçen ve kanlı küvette gemisini yüzdüren sarışın küçük kız çocuğu ile başka bir dünyanın mümkün olabileceği umudu uyandırılmak istenmiş seyircide. Buna karşılık bu tezat görünümün her an bozulabilecek bir barış anından öteye gidemeyeceğini ya da sıradanlaşmış savaşın olağan bir parçası olarak yorumlanabileceğini de eklemek gerekir. Günümüzde Türkiye sahnelerinde örneğine az rastlanan, dramatik dizgeden uzak, yoğun performansa dayalı bir fiziksel tiyatro örneği olan Troas seyirciye hissettirdikleri üzerinden savaş içindeki erkeğin erkeklikle süregelen imtihanını resmediyor. Günbegün etkinliğini artıran savaş çığırtkanlığının ortasında savaş karşıtı söylemiyle insanlık tarihinin en karanlık yüzüne ışık tutan ve seyirciyi dahil olmaya çağıran oyun, savaşa karşı durmak için atılan bir çığlık gibi adeta. Oyundaki bu çığlığa herkesin eşlik edebilmesi umuduyla… [1] Atay, T. (2004) “Erkeklik en çok erkeği ezer!” , Toplum ve Bilim, Sayı: 101, Güz , İstanbul: İletişim Yayınları, s.11-33 |
Seyirci ilk olarak kapkaranlık bir sahne ile karşılaşıyor. Kulakları tırmalayan savaş seslerinin arasında, ölüler diyarı Hades’in içinden çıkıp gelen erkek bedenleri sahne üzerinde deviniyor. Tüm bu fiziksel devinim, aydınlık- karanlık kullanımı ve silah, savaş, patlama seslerinin yarattığı kasvetin ortasındaki seyirci, üç kuşaktan erkeğin (komutan kral- asker oğul- torun) kendini gerçekleştirme / gerçekleştirememe hikayelerine şahit oluyor. Yazan: Dimitris Dimitriadis
Yöneten: Alexandra Kazazou Çeviri: Burcu Yamansavaşçılar Oynayanlar: Kerem Karaboğa, Salih Usta, Cem Üzümoğlu, Ayça Güler Sahne ve Işık Tasarımı: Karol Jarek Müzik: Petros Malamas, Nefeli Stamatogiannopoulou Ses Tasarımı: Stelios Koupetoris Yönetmen Yardımcıları: İpek Seyalıoğlu, Mertcan Semerci Teknik Ekip: Didem Kırış, İpek Seyalıoğlu |